28 Ağustos 2017 Pazartesi

ÇIPLAK KRAL

                                     ÇIPLAK KRAL 


   An geliyor, hayat temponuz düşündüğünüzden daha hızlı bir şekilde artabiliyor. Tüm koşuşturmacanın içerisinde ;ne kadar çok şeyi ihmal ettiğinizi, nelerden ödün verdiğinizi çok sonra fark edebiliyorsunuz. Ben de ne kadar uzun süredir bir şeyler yazıp çizemediğimin farkına fardım tabi. Birkaç aydır içerisinde dalgalanıp durduğum koşuşturmaca, bana ilham vermedi dersem de yalan olur açıkçası. Bildiğim, sevdiğim ve bu aralar birtakım olayların sürekli olarak bana hatırlattığı bir hikaye ile yeniden klavyenin başındayım. Bu hikayeyi bilmeyen yoktur. Hani şu; aptallığını gizlemek adına çıplak gezen kral, kelle korkusu sebebi ile ‘’sen çok yaşa, var ol’’ diye haykıran kral şakşakçıları ve o malum cümleyi kuran küçük afacan
                               ‘’Kral Çıplaaaaaaaaaaakkkkk’’ 
    Hatırladınız değil mi? Endişelenmeyin, hatırlamayanlar için kısaca özetleyeceğim tabii lakin önce sizden bir şey isteyeceğim; hikayeyi okumaya başlamadan önce ister sosyal hayatınıza, ister aile, ister de çalışma hayatınıza dahil ettiğiniz ya da etmek zorunda kaldığınız insanları, bu insanların çevresinde gelişen olayları, bu olayların size etkisini ve sizin, bu döngü içerisindeki rolünüzü baştan sona bir gözden geçirin…. Tamam mı? O zaman okumaya başlayabilirsiniz.

   Ülkenin birinde giyimine düşkün, kendini beğenmiş bir kral varmış. Kendini çok akıllı sanan kral, giyim kuşamdan başka bir şey düşünmezmiş. Günlerden bir gün komşu ülkenin kralı kendisini ziyaret etmek istediğini bildirmiş. Elbette ki, bizim kralın ilk aklına gelen yine ne giyeceği olmuş. Hemen adamlarını çağırtmış.
– “Tüm krallıklara haber salın!” demiş. “Öyle bir elbise istiyorum ki, dünyada bir eşi daha olmasın. Bana böyle bir elbise dikecek terziyi zengin edeceğim. Misafirlerimi karşılarken bu elbiseyi giyeceğim.”
Kısa bir süre sonra, haber her yana yayılmış. En iyi terziler, ellerindeki kumaşlarla, saraya gelmişler. Hepsi yapacaklarını krala anlatıyormuş. Ama kral anlatılanlardan hiçbirini beğenmiyor;
– “Çok daha güzel olmalı!” diye bağırıp duruyormuş.
Sonunda çok genç bir terzi çıkmış kralın karşısına.
– “Sen ne getirdin bakalım” diye sormuş kral. Terzinin genç ve tecrübesiz duruşu kralın umudunu iyice kırmış.
– “Benim getirdiğim çok özel sevgili kralım” demiş genç terzi. “Size öyle bir kumaş dokuyup, öyle bir elbise dikeceğim ki, sizden önce kimse böyle bir elbiseyi giymemiş olacak.”
Kral bu sözlere çok şaşırmış.
– “Ancak bir şartım var” demiş genç terzi. “Giysiyi bitirene kadar işimize hiç kimse karışmayacak.”
Kral aradığını bulmanın sevinciyle kabul etmiş bu şartı. Hemen iki kese altın verip;
– “Çabuk olun o zaman!” diye emretmiş.
Aradan günler geçtikçe, kral genç terzinin dokuduğunu söylediği kumaşı merak etmiş. Sonunda dayanamayıp, çalıştığı odaya girmiş. Genç terzi tezgah başında çalışıyormuş. Kral sessizce bir süre izlemiş, bir şey göremeyince;
– “Demek bunca zamandır boş oturdun ha!” diye kükremiş. “Kese kese altınları ben boşunamı verdim sana!”
Terzi sakin ve kendinden emin;
-“Saygıdeğer kralım” demiş. Bu kumaşı sadece akıllı insanlar görebilir. Bakın ne kadar da güzel oldu. Öyle değil mi?”
Kral ne diyeceğini şaşırmış. Aptal durumuna düşmemek için;
– “Evet gerçekten çok güzel” demek zorunda kalmış ve hızla çıkmış odadan.
Kralın elbisesi şehirde kulaktan kulağa dolaşır olmuş. “Sadece akıllılar görebilir!” İnsanların merakı bunu duydukça daha da artıyormuş. Sonunda tören günü gelmiş, hazırlıklar bitmiş ve halk toplanmış. Terzi kralı soymuş ve gerçekten varmış gibi üzerine bir elbise giydirmiş. Sonrada karşısına geçip;
– “Çok şık oldunuz efendim” demiş. “Muhteşemsiniz.”
Kral genç terzinin bu iltifatları karşısında, aynada gördüğü çıplak bedene hiç aldırmadan;
– “Eline sağlık, çok güzel olmuş” demiş.
Kral yeni elbiseleri ile çıkmış saraydan. Dışarda toplanan halk kralı çıplak görünce çok şaşırmışlar. Ama kimse cesaret edip krala gerçeği söyleyememiş. Birden küçük bir çocuk haykırmış;
– “Kral çıplaaaaaaakkkk!”
Ardından cesaretlenen halk, gülmeye başlamış. Kral geç de olsa gerçeği böyle acı bir şekilde anlamış.
   Çocuk işte; cehaletin verdiği cesaretle, tüm gerçeği su üstüne çıkarıvermiş. Hikayenin yazılmış, çizilmiş olan kısmı bu. Biz gelelim reel düşüncenin ürününe yani yazılamayanlara… Hepimiz hayatımızın bazı dönemlerinde; sahip olduğumuz imkanların yarattığı gölgenin altına sığınan birer kral olmayı seçebiliyoruz ya da egosunun sesi altında ezildiğimiz bir kralın, hiç sahip olmadığı meziyetlerini öve öve bitiremeyen pasif halkın arasından biri… Peki aramızda kaç kişi, ‘’Kral çıplaaakkk!’’ diye haykırabilecek cesarete sahip? Ya da kaçımız; yüzümüze çıplaksın diye bağıran cılız bir sesi, ‘’dinlemek’’ gibi bir şans tanıyoruz karşı tarafa? Bunun yerine ne yapıyoruz biliyor musunuz?
                                        ‘’SUSTURUYORUZ’’
    Doğruyu söyleyenleri, doğru yolu gösterenleri, yanlış olan her şeye ‘’hayır’’ demeyi bilenleri… Sırf egolarımızı daha rahat dinleyebilelim, yanlışlarımızın sesini daha iyi duyabilelim diye birer birer susturuyoruz ve çıplak gezmeyi göze alıyoruz.
   İşte bu yüzden hikayeye başlamadan önce sizlerden düşünmenizi istedim. Benim yazacaklarım ve yazabileceklerim bu kadar. Şimdi sizi kendi aklınızın ürünü ile yalnız bırakıyorum yani düşüncelerinizle. Kendi cevaplarınızı bulmanız için..

                     ÇIPLAK KRAL MISINIZ?
                               Kralı pohpohlayan bir  KRALCI MI?
                                                        Yoksa;
Onca gürültünün arasında kendisini duyurmaya çalışan CILIZ bir SES mi?





20 Haziran 2017 Salı

Dünyayı Değiştirebilir-mi-sin?

             DÜNYAYI DEĞİŞTİREBİLİR-mi-SİN?

   Yine internette gezindiğim, türlü türlü makalelere daldığım bir sabah.. Bir siteden diğerine, bir makaleden başka bir makaleye derken dikkatimi bir şey çekiyor, duraksıyorum. Beni duraksatan şey; kısa ama çarpıcı, düşündürücü ve çok tanıdık bir hikaye...

   Üniversite yılları, hayata HALA pembe gözlüklerle bakabildiğiniz bir dönemdir. Teorik bilgiler, uygulamalar, profesörler, veriler, araştırmalar... Yani kafanıza koyduğunuz meslek ile ilgili her bir detay!

   Siz hiç; her şeyi değiştirebilecek bir güce sahip olduğunuz hissine kapıldınız mı? Cevabınız, evet değil mi? Ben oldum. Üniversiteden, işte tam olarak bu his ile birlikte mezun oldum. Fakat, özellikle bizim gibi gelişmekte olan ya da kendini bu şekilde avutan- en azından gelişiyormuşuz!- toplumlarda bazı sistemler; her zaman, bilgi ve tam donanıma sahip insanlar tarafından yönetilemiyor, yönlendirilemiyor ve değiştirilemiyormuş....



   Bir düşünsenize, dünya uçabilen arabaların icat edildiği bir çağa giriyor ve siz uçan bir araba yapmaya yetecek bilgi ve donanıma sahipsiniz... Ama biri var! Size,

''Dünyanın ne yaptığı benim umurumda değil, ben arabamın karada gitmesini istiyorum'' diyen biri...

   İşte tam bu noktada, dünyayı değiştirebilecek güce sahip olmadığınızı ya da en azından ''bilginin'' tek başına bazı sistemleri, düzenleri, alışkanlıkları değiştirmeye yetmediğini anlayıveriyorsunuz. Tam bir hayal kırıklığı... 

   Evet abartılı bir örnek ama gerçek bu değil mi? Benim yüksekten uçan örneğimden sonra siz bir de, yazımın başında bahsetmiş olduğum ve bu postuma ilham kaynağı olan şu hikayeye bir göz atın;

''Ahmet iyi bir üniversitenin İnsan Kaynakları bölümünden mezun olmuştu.. Hevesliydi ve gayretini her yerde dile getiriyordu. Çağın modern argümanlarının (blog, sosyal medya, web tv gibi.. ) tamamını kullanarak şirketlerin ilgisini çekmeye çalışıyordu.

Mesleğiyle ilgili teorileri üst seviyede öğrenmeye çalışmış ayrıca okulda düzenlenen 100’den fazla seminere katılım göstermişti.
Hocaları Ahmet’e “Piyasanın iyi insan kaynakalrı çalışanlarına ihtiyacı var.. Yani Size..” sözünü misyon edindirmişti. Ahmet’te öğrendiklerini uygulamaya koymak için idealist bir tavır sergiliyordu.
Okulun ardından iş arayışına giren Ahmet çeşitli şirketlerle görüşüyor ancak uzun süre cevap alamıyordu. Kendisi de i.k eğitimi aldığı için i.k’nın bu davranışını da anlamlandıramıyordu..
Nihayet bir şirket başvurusunu olumlu değerlendirmişti. Ahmet artık ideal bir i.k için kollarını sıvayacak, hayalini kurduğu mesleğine kavuşacaktı.

Ahmet şirketin işe alım departmanında göreve başlamıştı. Yeni başladığı için teoriyle pratiğin paralel gitmemesi onu rahatsız ediyor, sürekli uygulamaları olduğu olması gereken noktaya getirmeye gayret ediyordu. Yöneticisi ile toplantılar yapıyor, teorik bilgilerini aktarıyor ve ikna etmeye çalışıyordu. Yöneticisi anlattığı şeyler için çeşitli hazırlıklar yapmasını istiyor ancak yaptıklarıyla ilgili bir türlü sonuca ulaşamıyordu.

Bir süre sonra iş hayatının gerçeğini kavramıştı. “Etkisiz yöneticiler sistem kurmak yerine, durumu idare etmeyi tercih ediyorlardı. Sistem kurmaya çalışanlar ise yavaş yavaş köreliyordu..”

    Lütfen! Durumu idare etmeye çalışanlar karşısında vazgeçmeyin. İlkelerinizden, doğru bildiklerinizden ödün vermeyin, korkmayın ve en önemlisi kendinizi köreltmeyin! Aksine, daha fazla okuyun, daha fazla araştırın ve bir gün her şeyi değiştirebileceğinize -dünyayı bile- daha fazla İNANIN...

   Küçüklük hayalİ olan uzak doğuya gitmek için her yolu deneyen, inanan, kalıpları hatta okyanusları aşan Kristof Kolomb sizce de dünyanın gidişatını değiştirenlerden biri değil mi?

   Birileri yapabiliyorsa, siz de yapabilirsiniz! hatta...

   Kimse yapamıyorsa YİNE DE siz YAPABİLİRSİNİZ!



1 Haziran 2017 Perşembe

Davranışsal Çalışan Gruplaması

                  Davranışsal Çalışan Grupları

Sen Hangi Gruptasın?


   Hayatımız boyunca yaklaşık yüz bin saati, yani; gözlerimizin açık olduğu, uyku dışı zamanın çoğunu iş yerlerimizde geçiriyoruz. Bu nedenle, iş hayatımızda karşı karşıya kaldığımız yönetim modelleri, hepimizin hayatında son derece kritik bir öneme sahip. Daha önce pek çok postumda, etkili yönetim modellerini kaleme almıştım. Bu sefer madalyonun diğer tarafına değinmek istiyorum. Yani, karşı karşıya kaldığımız yönetim stratejileri ve modelleri karşısında, bir çalışan olarak takındığımız tavırlar!

   Elbette her birey, sahip olduğu kişilik doğrultusunda, yaşadığı her olay karşısında farklı bir tavır takınacaktır. Ancak, olayların ve doğurduğu sonuçların benzerliklerden yola çıkarak bir gruplama yapmak, resmin bütününü görebilmek adına oldukça önemliydi. Ben de oturup; bu zamana kadar gördüğüm, gözlemlediğim, yaşadığım, başkalarının anlattığı, yazılan, okuduğum, dinlediğim her bir olaydan yola çıktım ve netice itibari ile çalışanların yönetim modellerine olan tepkilerini, 4 temel gruba indirgemeyi başardım. Her biri tanıdık ve de içimizden...

1. Güce ve Etkileyiciliğe İhtiyacı olanlar



   Bu grup, çalışma hayatı içerisindeki her türlü güç gösterisine hayrandır. Tıpkı bir ışık etrafında, hayranlıkla uçuşan pervaneler gibi... Bu gruba etki etmek isteyen bir yöneticinin; eğer grubun özelliğini de keşfetmiş ise, işi oldukça kolaydır. Çünkü bu gruba dahil insanlar görüşlerini; kendilerini etkileyen güvenilir bir liderin ya da rol modelin yönlendirmesi doğrultusunda, oldukça çabuk değiştirebilirler.

   ''Etkili birini örnek almak'' sorunlar karşısında gösterdikleri en temel çözüm üretme yöntemidir. Birbirleri ile iletişimleri, etkileyicilik faktörünün daha fazla olması nedeniyle, büyük ölçüde yüz yüze ve aracısızdır. Bu gruba ait insanların yoğunlukta olduğu bir işletmede, yönetimsel kararlar hızlı alınır. Bunun öncelikli sebebi, yönetici otoritesine duyulan ihtiyaç ve güvendir. Otoriter-etkileyici-insana değer veren bir liderin öncülüğünde başarılı olmaları kaçınılmazdır ancak, otoriter-etkileyici-insani değerleri ikinci plana atan bir liderin varlığı söz konusu ise; içinde bulunduğu durumdan hayli şikayetçi, yıpranmış ve verimsiz bir ekibe dönüşmeleri an meselesidir.

2. Görevciler



   Bu gruba dahil olan bireyler için ''kalıplaşmış çalışanlar'' da demek mümkün aslında. Çünkü bu insanlar, yönetici kim olursa olsun ya da yönetim modeli ne olursa olsun ilgilenmez yalnızca kendilerine verilen görevi yerine getirirler. Renkli bir kişiliğe sahip, yaratıcı, tabuları yıkmaya çalışan kişiliklerin bu grup içerisinde barınması neredeyse imkansızdır. Tüm görevlerini eksiksiz bir şekilde yerine getirdiklerinde, kendilerine özel ayrı bir çalışma odası, harcama yetkisi, görevde yükselme gibi klasik bir ödüllendirme beklerler. Tüm gruplar içerisinde ismi; büyüklük, uyum, denetim  ve bürokrasi kavramları ile aynı cümlede en fazla kullanılan gruptur. Sizi bilemem ama bana ''memur'' kavramını çağrıştırdığı kesin!


3.Uzmanlar



   Bu gruba bayılıyorum!!

   ''Beni yönetmek istiyorsan, önce stratejinin doğru olduğuna beni ikna et!'' cümlesini bir nevi motto haline getirmiş çalışanlardan oluşan bu grup için; bir yönetim modelinin sorunsuz işlemesi, mantık sınırları içerisinde ''kabul edilebilir'' olmasına bağlıdır. İstediğiniz kadar etkileyici olun, eğer söylediğiniz şey; akla- mantığa ve onların değer yargılarına aykırı ise bu insanları yönetebilmeniz neredeyse imkansızdır!

  Soru sorma, sorgulama, akıl danışma, analiz etme, beyin fırtınası, değişim... bu insanlar için olmazsa olmaz kavramlardır. Duyduklarına hemen inanmaz, öğrenmek için her zaman araştırma yolunu tercih ederler. Bu sebeple en etkili çözüm yöntemleri de; ''HIZLI BİR ŞEKİLDE VERİ TOPLAMAK-ANALİZ ETMEK ve YORUMLAMAK'' tır.  Bir üst sırada özelliklerini anlattığım grupla yani görevciler ile taban tabana zıt düşerler. Eğer bir şirket içerisinde bu iki gruba ait bireyler, eşit sayılarda, bir arada çalışıyorsa eyvah ki ne eyvah...

Sanırım %90, bu grubun içerisinde yer alıyorum. %10 mu? Bir sonraki gruba geçebilirsiniz..

4. İşine Gelirse'ciler



   Bu grup, tamamen kendi yetenekleri tarafından yönetilmeyi tercih eder. Yine kendi yetenekleri dışında her hangi bir yöneticiye de ihtiyaç duymazlar. Onlar için yönetici sadece sembolik bir işletme geleneğidir. Onlar, patron tanımazlar ancak bir birleri ile muazzam bir işbirliği içerisindedirler. Bunun bilincindeki zeki bir yönetici; bu insanlara otoriter bir şekilde yaklaşmak yerine onlardan, kendisi için yaratıcı önerilerde bulunmasını, etkili çözümler üretmesini talep eder. Sonucunda ise; mutlak kazanç sağlar. Çünkü bu gruba dahil bireyler, özgür düşünce ve üretim ortamı bulduklarında, başarı onlar için bir ihtimali değil, kesinliği ifade eder. Aradıkları ortam kendilerine sağlanmadığında ne mi olur? ''İŞİNİZE GELİRSE....''. Kesinlikle abartmıyorum! Fikirlerine saygı duyulmadığı taktirde arkalarına bile bakmadan çekip gideceklerdir. Kaldı ki bu insanlar, kendilerini geliştirme imkanı bulamadığı şirketleri; sonunu bildikleri bir film gibi değerlendir ve hiç bir kuvvet onları, sonunu bildikleri bir filmin sonuna kadar salonda tutamaz!

   Naçizane, son bir değerlendirmem olacak;

   Bir çalışanın kişiliği gereği, %100'lük bir oran ile son gruba dahil olması oldukça tehlikeli ve dengesiz olacaktır. Ancak şunu da belirtmeden geçemeyeceğim; siz kendinizi hangi gruba dahil hissediyorsunuz bilemem ama eğer cevabınız, ilk üç gruptan biri ise; kendinize olan saygınızı korumak adına en azından %10'luk bir parçanızı son gruba ayırın... Cesaret istediği doğru ancak keyifli olduğuna da emin olabilirsiniz!!

   Belki de sizler, benim dört temel grubuma çok daha fazlasını ekleyecek hatta belki, grup sayısını ikiye katlayacaksınız. Kim bilir? Bu tamamen sizin, kişileri ve durumları değerlendirme biçiminize kalmış. Ben yalnızca sizler için, araştırılması gereken bir alanın kapılarını araladım... Kapıyı ne kadar açacağınızı, merakınıza bırakıyorum.








26 Mayıs 2017 Cuma

Kırk Yıl Hatırlı Sohbetler; Radikal Dönüşüm


''KIRK YIL HATIRLI'' SOHBETLER

   Radikal Dönüşüm

   Nerede bir başarı hikayesine rastlasam, bir sohbet koparmadan bırakmadığım malumunuz. Bu sefer bu fırsatı; dört yılımı geçirdiğim ve yıllar sonra yolumun bir sebeple yeniden düştüğü Bursa'da yakaladım. Tamamen tesadüf eseri olduğunu belirtmeliyim...Sadece şans!

   Bursa'ya kadar gidip, değerli dostları görmemek olmazdı tabi. İçlerinden bir tanesi; Bursa'nın köklü ailelerinden birine ait bir tekstil firmasının toplam kalite yönetiminden sorumlu eski bir arkadaşımdı. Böylece kendisinin daveti üzerine, şirketlerinin geleneksel hale getirmiş olduğu ''Birlik&Beraberlik'' yemeğine katılma şansım oldu.

   Bursa'nın tanınmış ve şık otellerinden birinde gerçekleşen yemek için hayli emek ve para harcandığı şüphesizdi. Yemek salonuna girene kadar yürüdüğümüz geniş koridor; sağlı-sollu bir şekilde şirketin -profesyonel bir fotoğrafçı tarafından çekildiği belli olan-görselleri ile süslenmişti. Salona girdiğimizde, bizi oldukça güzel çiçeklerle bezenmiş masalar ve masaların tam karşısına, salonun her yerinden görülebilecek bir şekilde, dev bir beyaz perde ve projeksiyon sistemi kurulmuştu. Sebebini yemek saati gelip çatınca anladım..

   Yemek, şirketin ''geçmişi, bu günü ve geleceği'' konularını kapsayan güzel bir kısa filmle başladı. Benim açımdan oldukça dikkat çekici bir filmdi. Kişilik özelliklerim, mesleğime olan takıntım ile birleşince en ince detaylara bile takıldığım artık herkes tarafından biliniyor olacak ki, yüz ifadem yakalayan arkadaşım film esnasında kulağıma eğilip; eğer istersen yönetim kurulu başkanımızla seni tanıştırabilirim.. dediğinde, kesinlikle isterim! diye bağırdığımı hatırlıyorum.

  Evet, kesinlikle istiyordum. Çünkü, izlediğim 10 dakikalık film, kafamda onlarca soru cümlesi yaratmıştı. Her birini sormam mümkün değildi tabi, bu yüzden yemeğin geri kalan kısmında en önemli sorularımı bir sıraya koymakla meşguldüm.

   İlk sorum kesinlikle şu olacaktı;

   Aile üyelerinin bir çoğu tekstil ve endüstri mühendisi olmasına rağmen filmin başında, şirketin tekstil sektöründe değil, gıda sektöründe faaliyet göstermek üzere açıldığı ve yaklaşık 6-7 yıl bu sektörde faaliyet gösterdiği anlatılıyordu. ''Bu radikal bir karar değil mi? Farklı bir sektör, farklı bir alan...''

  Hali ile ikinci sorumu tahmin etmek zor değil.

''Neden gıda sektöründen vazgeçip tekstil sektörüne geçiş yapıldı?''

   Çalışanlar neye göre seçilmişti? Bu şirkette kariyer sahibi olmak için neler gerekliydi... derken konuyu asıl soruma getirmem gerekiyordu.

   Şirketin gıda sektöründe faaliyet gösterdiği 7 yıl boyunca, filmde görülen yüzler hep aynıydı. Genel müdürler, yöneticiler, birim amirleri hatta temizlik görevlileri.. Ama tekstil sektörüne geçişten itibaren, çalışanların tamamı neredeyse değişmişti! Evet sektör değişikliği, bir takım pozisyonlarda değişimi şart kılar ancak bu, genelde yönetim birimlerinde ve vasıflı personelleri kapsayan bir değişim olur. Bu şirkette ise, kapıdaki bekçiden, şoföre, temizlik  personellerinden, santral memurlarına kadar bir değişim söz konusuydu. Ve neden olduğunu anlamadığım bir şekilde bu durum filmde, açık açık dile getirilmiyor olsa da, bilinçli bir şekilde gösteriliyordu. İşte, tanışma anına dek içimi kemiren soru tam olarak buydu... 

                                                                     NEDEN?

   Akşamımız son derece keyifli bir şekilde devam ederken, arkadaşım kolumdan tutarak beni üst düzey yöneticilerle birlikte şirket kurucularının da bulunduğu hoş ve her anlamda donatılmış bir masaya götürdü. Bir kaç kişiyi başı ile selamladıktan sonra, beni yaklaşık ellili yaşlarının henüz başında -az önce izlediğim filmde kurucu aile üyelerinden olduğunu  hatırladığım- bir beyefendinin yanına çekerek, taktim etti. Mesleğimi, yaşadığımı şehri, nerden tanıştığımızı anlatırken oldukça rahat görünüyordu. O halde, çalışanlarına karşı samimi hatta belki babacan bir şirket sahibiydi.

   Yanılmamıştım, beni oldukça nazik karşılayan bu beyle, ara sıra yöneticilerin de dahil olduğu, güzel bir sohbetin içinde buldum kendimi. Tabiki tüm cevaplara da bir bir ulaştım. Sizi daha fazla ayrıntıya boğmak değil niyetim, bu yüzden hemen cevaplara geçeceğim.

   Öncelikle, endüstri mühendisi olan bu beyefendi, gıda sektörünün o dönem kendisi için bir tutku olduğunu anlattı. Hatta öyle bir tutkuymuş ki, dünyanın dört bir tarafını adeta bir gurme havasında gezerek, kuracağı iş için kendisine bir veri tabanı bile oluşturmuş.

   -Riskli olduğunu biliyordum ama tutkularımı bir kenara bırakamıyordum. Sonra öğrendim ki insan her konuda bir şey bilmeli ama her şeyini bildiği bir konu ile ilgili kesin kararlar almalı (samimiyeti o kadar hoşuma gidiyor ki gülümsüyorum, karşılık olarak gülümsüyor).

   Hemen arkasından ikinci soruma yanıt geliyor, aslında sonuna kadar sektör değişikliğini hiç düşünmemiş. Ancak şirketin yedinci yılında durumlar oldukça kötüye gitmiş. Maddi olarak büyük kayıplar vermişler. O dönem sektör genelinde yaşanan olumsuz gidişatta tuzu biberi olmuş ve büyük bir tutkuyla kurulan şirket, finansal danışmanlara ve vasıflı onlarca personele rağmen, krizin eşiğinde bulmuş kendini.



   - Ya şirketi kapatacaktım ya da elimde olan sermayemi yeni bir radikal karara hibe edecektim. Ben yeni bir kararı seçtim... (yine beni gülümseten bir cevap). Gerek ailemin gerekse benim daha vakıf olduğumuz bir alana yatırım yapmaya karar verdim. Yani tekstil.. Üstelik Bursa bunun için oldukça doğru yerdi. (Öyle değil mi diye sorarken o da gülümsüyor). Kalan tüm varlığımı, şirketi dönüştürmek için harcadım. Zor geçen bir yılın sonunda artık üretim ve satış yapabilen bir tekstil şirketiydik. Sıra asıl dönüşümdeydi...

   Sanırım soruların gidişatından, asıl olarak neyi merak ettiğimi anlamıştı ya da sohbetin akışı bizi kaçınılmaz olarak bu konuya getiriyordu. Anlamış olsa da şaşırmayacaktım zira oldukça zeki olduğunu anlamak pek zor değildi! Hemen sordum; ''sanırım asıl dönüşümden kastınız, çalışanlarınız...''

   -Hemde hepsi! diye cevaplıyor. Hepsi, birer birer..

   -Neden? (Bu sorunun arkasından, beni uzun süre üzerinde düşündüren ve bu yazıyı kaleme almama neden olan o cevabı alıyorum!)

    -Çünkü gıda benim sadece tutkumdu... Onların ise işi! Beni adım adım krize götüren, ucuna kadar geldiğim uçurumdan, düşeceğim anı sessizce izleyen bir ekip düşün. İşte ben o ekibin, kriz sonrasında şirketimi rayına oturtmak için çabalayacağına hiç bir zaman inanmadım. Üstelik  sadece ben değil artık tüm Bursa, şirketimin içinde bulunduğu durumdan haberdardı ve aynı yüzlerle devam etseydim ne olurdu biliyor musun Eda'cığım? Yeni bir adım atmış olmaz sadece bir ölüyü diriltmeye çalışıyor olurdum. Bir kaç ay içinde 53 yetkilinin neredeyse 40'nı çıkarmış ve yerine ciddi bir eleme ile yalnızca -her biri alanında uzman- 20 kişi almıştık. İnanabiliyor musun 40 kişi yerine 20 kişi... Ve hiç bir şey aksamıyordu. Yarıya inen sadece maliyet olmuştu. Maliyetlerden yapmış olduğum tasarrufu, çalışanlarımın eğitimine ve ailelerine kullandım. Bu gün burada gördüğün insanların neredeyse tamamı o ekibin bir parçası. Bu şirketin en büyük özelliği şu; ben her şeyimi onlara borçlu olduğumu iyi bilen bir patronum ve bunun farkındalığı ile kararlar alıyorum. Onlar da sahip oldukları her şey için bana minnet duyuyor ve görevlerini bu sorumluluk bilinci ile yerine getiriyorlar. İşte bu benim gurur tablom..

   Yemeğin başında izlediğim ve anlatmaya çalıştığım bütün filmi unutun.. Çünkü başarı işte tam olarak, duymuş olduğum bu son cümlelerin altında yatıyor!

   Bu arada unuttuğumu düşünmeyin! Tabi ki de bu ciddi personel değişiminin, filmde sözle ifade edilmese de, neden bu kadar göz önüne serildiğini sordum. Cevap mı? Her şeyi anlatan bir gülümseme ve tahmin ettiğime çok yakın bir cümle;

- Sadece maziyi hatırlatan küçük bir detay...













19 Mayıs 2017 Cuma

Ufıktaki Buzdağı


                                UFUKTAKİ BUZDAĞI


  19 Mayıs,
  Gençlik,
  Geçmiş ve gelecek,
  Geleceğimiz..

   Aklımdan bu kelimeler geçerken; gözüme, önümdeki ekranda beliren bir takım veriler takılıyor;


  • Türkiye genelinde 15 ve daha yukarı yaştakilerde işsiz sayısı 2017 yılı Şubat döneminde geçen yılın aynı dönemine göre 676 bin kişi artarak 3 milyon 900 bin kişi olmuş
  • İşsizlik oranı ise 1,7 puanlık artış ile yüzde 12,6 seviyesinde gerçekleşmiş.
  • Aynı dönemde; tarım dışı işsizlik oranı 2,1 puanlık artış ile yüzde 14,8 olarak tahmin edilmiş
  • Genç nüfusta (15-24 yaş) işsizlik oranı 4,7 puanlık artış ile yüzde 23,3 olmuş
  • 15-64 yaş grubunda bu oran 1,8 puanlık artış ile yüzde 12,9 olarak gerçekleşmiş
  • Türkiye’de nüfusun en az yüzde 18’i yaşam boyu kaygı ve strese bağlı bir ruhsal hastalık geçiriyormuş muş muş muş....

   Liste devam ederken, az önce aklımdan geçen kelimeler tıpkı birer cam biblo gibi parçalara ayrılıyor. Tabi, zihnimin derinliklerinde..

   Şimdi başka bir görüntü var aklımda; bir buzdağı... hani, her birimizin defalarca bıkmadan izlediği, o meşhur filmdekine* benzeyenlerden!

   Buzdağlarının özgül ağırlıkları 0,9 gram/cm³, suyun özgül ağırlığı ise 1'dir... Hal böyle olunca sudan daha hafif olan buzdağlarının bir kısmı suyun yüzeyinde kalıyor. Ancak görüş açımıza girmeyi başaran bu oran, bütün bir buzdağı düşünüldüğünde sadece 1/10!! Geri kalan devasa kütle, suyun altında.. Görmüyoruz ama var! Kestiremiyoruz ama riskli!

   Sanıyoruz ki kaptanı endişelendiren şey sadece görebildiğimiz küçük bir buz kütlesi -tıpkı açıklanan işsizlik oranları gibi- ancak durum bildiğimizden de, gördüğümüzden de, açıklanandan da çok daha vahim!

   Şimdi ise bambaşka bir ses beliriyor zihnimde ve bir görüntü. Çok temiz, çok berrak ve tanıdık.... O ki;

  "Milletin bağrından temiz bir kuşak yetişiyor. Eserimi onlara bırakacağım ve gözüm arkada kalmayacak"diyen Mustafa Kemal Atatürk'ün ta kendisi...

   Gençleri, "bugünün teminatı, yarının garantisi" olarak gören Atatürk, zihnimdeki söylevine devam ediyor;

   Gençler! Vatanın bütün ümit ve istikbali size, genç nesillerin anlayış ve enerjisine bağlanmıştır. (1919)

   Eşit eğitim hakkı ellerinden alınmış, eğitim kalitesi düşürülmüş, torpil ile kariyer kelimelerinin eş zamanlı kullanıldığı bir toplumda yetişen, işsizlik ile mücadele eden, gelecek kaygısı altında ezilmemek için savaşan, fikirleri hiçe sayılan, tüm bunlara isyan ettiği vakit toplum tarafından hor görülen.... ve ne yazık ki; göz göre göre rotasını buzdağına çevirmiş gençlerin enerjisine!


   Tüm bunları düşünürken yine bir şeyler çatırdamaya başlıyor içimde, bu sefer dilim varmıyor parçalara ayrılıp, git gide silikleşen görüntüyü anlatmaya...

  Sonra bir cümle çarpıyor gözüme! Yine Ata'mın ağzından dökülmüş... Birdenbire; güzel bir his, içimden geçen tüm kötü senaryoları savuşturuveriyor. Belli belirsiz mırıldanırken buluyorum kendimi...;

  Eğer O, hiç düşünmeden, duraksamadan ve sesi dahi titremeksizin; 

                  
             ''Bütün umudum gençliktedir''

 demişse; umutsuzluğa kapılmak benim ne
HADDİME?


    
* Titanic



27 Nisan 2017 Perşembe

Yönetim Dehası ''Maestro''


                   YÖNETİM DEHASI ''MAESTRO''

   Eski Yunancada dans etmek anlamında kullanılan ''orkhestra'' kelimesinden türemiş olan ''Orkestra'', yeniçağın başından itibaren çeşitli sazların bir araya gelmesiyle kurulan toplulukları ifade etmek amacı ile kullanılmıştır. Günümüzde orkestralar için; dört ana enstrüman grubundan çeşitli elemanların birlikte müzik yaptığı, büyüklüğü esere göre değişebilen çalgılar topluluğu tanımlaması yapılmaktadır. Tahta üflemeli çalgılardan vurmalılara, yaylılardan bakır üflemelilere kadar yaklaşık 20 çeşit enstrüman.. Davullar, ziller, trompetler, viyolanseller, arplar, kemanlar, piyanolar, klarnetler... Ses rengi ve yapısı birbirinden farklı olan onlarca enstrüman bir arada ve başlarında da birbirinden farklı karakterlere, yeteneklere sahip onlarca sanatçı. Hepsi aynı anda sahnede ve her bir enstrümandan aynı anda sesler yükseliyor... Normal şartlar altında bir gürültü kirliliği oluşturmasını beklediğimiz tüm bu sesler; bir orkestra şefinin, tek bir kelime dahi etmeksizin, elinde tuttuğu bir çubuk yardımı ile ya da bazen yalnızca ellerini kullanarak doğru tempoyu göstermesi ile muhteşem bir müzik şölenine dönüşüveriyor. Nasıl oluyor da bir insan, hiç ses çıkarmadan, elindeki çubukla, hatta bazen sadece ellerini kullanarak yüzlerce müzisyenin enstrümanından çıkan seslerden tümüyle sorumlu oluyor ve harika bir müzik şöleninin ortaya çıkmasına öncülük ediyor? Bir İK'cı olarak bu soruya tam bir yanıt vermem mümkün değil tabi ancak her zamanki gibi beynim, okumuş olduğum bu bilgilerin içerisinden, yine çalışma hayatına dair bir şeyler çekip çıkartıveriyor.

   Sizce de bir orkestra ile bir şirket birbirine oldukça fazla yönden benzemiyor mu?


   Farklı sesler, farklı karakterler, farklı yetenekler aynı amaç doğrultusunda bir arada! Bir de Yönetici faktörü var tabi, tıpkı orkestra şefi gibi.. O halde konuyu iyi bir yönetim stratejisine bağlamadan önce, şu orkestra şefine daha detaylı değinmekte fayda var.

  Bir Orkestra Şefli Tam Olarak Ne Yapar, Orkestrayı Nasıl Yönetir?


   Bir orkestra şefinin en temel görevi, doğru tempoyu yakalamak ve göstermektir. Çünkü ancak doğru bir tempo yakalanırsa, birbirinden farklı onlarca hatta yüzlerce ses, bir bütün halinde, güzel bir esere dönüşebilir.

   Şef, gerekli gördüğü durumlarda kimi sesleri bastırırarak kontrol altında tutar, kimilerini ise öne çıkararak esere kendi yorumunu katar. Bunu gerçekleştirirken keskin bir otorite kullanır ancak bu sessiz, dingin ve birleştirici bir otoritedir.

   Orkestradan çıkan her bir sese kulak kesilir, büyük bir dikkat ile dinler.. Her bir sese değer verir. Çünkü o seslerden biri dahi olmasa parçalar eksik kalacak ve bütün tamamlanamayacaktır.

    En önemlisi ise bir orkestra şefi, bütün bir orkestranın YÜZÜDÜR! Evet, siz güzel bir beste dinlersiniz ama gözlerinizi göz alıcı bir yönetici karizması ile tempo tutan orkestra şefinden alamazsınız...

   Oldukça karizmatik olan bu iş aslında hayli zordur. Şef; orkestrasına hakim olan kültürü bilmelidir, ortaya çıkacak her bestenin ne anlatmak istediğini,hangi duyguların hangi yoğunlukta seyirciye iletileceğini bilmek ve hangi parça için hangi sesi işitmek istediğini öngörmek zorundadır. Kolay iş değil yani.. Tıpkı bir şirketi, şirket çalışanlarını ve tüm şirket değerlerini doğru yönetebilmek gibi;      
 
   Kontrollü,
  Kararında bir otorite ile,
  Sakin,
  Fikirlere ve yeteneklere saygılı,
  Sorumluluk bilinci ve temsil gücü ile!!

   Kısacası, bir orkestrayı yönetmek nerdeee bir şirketi yönetmek nerde? diye düşünüyorsanız çok yanılıyorsunuz çok... Bambaşka yönetim alanları demeyin hiç! Zira ikisi içinde iki seçenek sunuyorum size;

               İYİ YÖNETİM VE KÖTÜ YÖNETİM

   Ya mükemmel bir yönetim ile harika bir müzik şölenine imzanızı atarsınız/ Kar, üretimde verimlilik, performans artışı, itibar kazanırsınız.

   Ya da kötü yönetir, seyircilerinizi arkalarına dönüp bakmadan uzaklaşacakları bir gürültü kirliliği ile karşı karşıya bırakırarak kariyerinizi sonlandırırsınız / müşteri-çalışanlarınızı kaybeder, imajınızı-itibarınızı yerle bir eder, elinize geçen tüm fırsatları yokeder ve kendi kendinizi bitirirsiniz.

Gördünüz işte... İster bir Maestro olun ister bir şirket yöneticisi! Her koşulda sadece iki seçeneğiniz var!

                          YA İYİSİNİZ YA DA KÖTÜ!





15 Nisan 2017 Cumartesi

Kabaklar ve Kafalar



                      KABAKLAR VE KAFALAR

Hiç unutmam, henüz ilkokul yıllarımda din kültürü ve ahlak bilgisi dersimize giren ve dinimize ait temel bilgileri onun derslerinde öğrendiğime şimdi binlerce kez şükrettiğim, bir **öğretmenim; her dersin sonunda; Çocuklar! derdi..

''Çocuklar sakın ha unutmayın, kabaklar çarpışır çekirdekler dökülür, kafalar çarpışır FİKİRLER dökülür''


Günümüz din adamlarının-kati suretle genelleme yapmıyorum ancak şahit olduklarımı göz önüne alarak çoğul bir ifade kullanmak durumundayım- özellikle çocuklara, bilimi ve dini adeta siyah ile beyaz olarak göstermeye çabalayan yaklaşımlarını gördükçe, bizlere her dersin başında genel kültür soruları soran ve yine her dersi aklıma kazınan bu muhteşem söz ile bitiren değerli hocamı artan bir saygı ve de minnet duygusu ile anıyorum ve konusu açılmışken kendisine teşekkürü bir borç biliyorum.

Bu cümleyi durup dururken nereden hatırlayıp sizlerle paylaşma gereği duyduğuma gelecek olursam;  14/04/2017 Cuma akşamı çok güzel bir birliktelik ile bu güzel cümleyi bir kere daha deneyimleme şansı yakaladım. Alanya sınırları içerisinde; turizmden beyaz eşyaya, gıdadan, elektronik aletlere ve hizmet sektörüne kadar çeşitli sektörlerde faaliyet gösteren pek çok Şirket/işletme' de insan kaynakları yöneticisi olarak görev yapan birbirinden güzel insanlar ile muazzam bir ortamda bir araya geldik. Konumuz; tabi ki sürekli gelişen bir dünya düzeni içerisinde, her birimizin gönül verdiği İnsan kaynakları yönetiminin değişen yüzü ve rotası idi. Hali ile konuşacak konu da, söylenecek söz de, yapılacak iş de hayli fazlaydı.

   Yaklaşık 2,5 saat süren keyifli sohbetin her dakikası, abartmadan ve tüm samimiyetimle söylüyorum, zihnimin içerisinde aynı cümleler döndü. ''kabaklar ve kafalar, çekirdekler ve fikirler...'' Ne güzel, ne anlamlı şey; birlik olabilmek, bir arada olabilmek, özgür fikir beyanında bulunabilmek, saygı çerçevesi içerisinde tartışabilmek ve masaya onlarca FİKİR dökebilmek!!

   Bizler dün akşam, tamamen farklı fikirlerden oluşan ORTAK bir AKIL oluşturduk ve dedik ki;

-Daha sık bir araya gelelim
-Daha sık fikir alış-verişinde bulunalım
Hatta gelin bu ortak aklı bir de Ortak bir çatı altında birleştirelim. Birleştirelim ki, ortaya dökülen tüm güzel fikirler yalnızca bizlerin masasında kalmasın. Daha fazla meslektaşımıza ulaşsın, ulaşalım... Mesleğimizi bir değil, bir kaç adım hatta onlarca adım öteye taşıyalım. Topluma, mesleğimize, henüz ulaşamadığımız meslektaşlarımıza daha fazla hizmet edelim. Gelin, bu mesleğe gönül vermiş güzel insanların özverileri, azimleri ve emekleri ile DERNEKLEŞELİM..

İnanmak, başarmanın yarısı imiş. Doğru! Bizler işin yarısını hallettik çoktan ve bir sonraki görüşmenin tarihini de konu başlıklarını da belirledik gitti.

Zaman bizlere neler gösterir bilinmez ama dün akşam o masaya dökülen fikirler, sonuç her ne olursa olsun, altın değerinde.

Akıl akıldan üstündür derler ya hani, üstün müdür değil midir bilinmez ama birlikte muazzam oldukları kesin!



** Saygıdeğer hocam İSMAİL KOÇAK'a, bilim ışığı ile aydınlatılmış bir din eğitimi vererek, sormayı-sorgulamayı bilen bir neslin yetişmesinde oldukça önemli bir rol üstlendiği için minnettarım. Saygı ile ellerinden öpüyor ve tekrar tekrar teşekkür ediyorum.