30 Ağustos 2016 Salı



                          DUYARLILIK SINAVI


     ...

   Efendiler! Artık bugün hayat ve insanlık gerekleri bütün gerçekliğiyle ortaya çıkmıştır. Bunlara karşı olan söylentiler ahlâk ve inanca uymaz. Gerçek ortaya çıkınca yalan ortadan kalkar. Boş sözler, uydurmalar kafalardan çıkmalıdır. Her türlü yükselme ve olgunlaşma yeteneği olan milletimizin, sosyal ve fikrî inkılâp adımlarını kısaltmak isteyen engeller derhal yok edilmelidir.
Efendiler! Son sözlerimi özellikle memleketimizin gençliğine yöneltmek istiyorum:

   Gençler! Cesaretimizi destekleyen ve devam ettiren sizsiniz. Siz almakta olduğunuz eğitim ve anlayış ile insanlık yüksek karakterinin, vatan sevgisinin, düşünce hürriyetinin en kıymetli örneği olacaksınız.

   Ey yükselen nesil! Gelecek sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve devam ettirecek sizsiniz
.
 


                                                         Mustafa kemal ATATÜRK

                (30 Ağustos 1924 Şehit Asker Anıtı’nın temel atma törenindeki konuşması) 



   Konuşmanın tamamı şüphesiz ki büyüleyici, muhteşem bir öngörünün eseri. Adeta geleceği görmüş bir zaman seyyahının kaleminden dökülmüş cümleler...  30 Ağustos; yüce Türk Milleti'nin destansı varoluş mücadelesi ve en büyük zaferidir. Bir neslin ve o nesle önderlik eden ölümsüz liderimiz Mustafa Kemal Atatürk'ün bizlere emanet ettiği bu muhteşem tarihin yıl dönümünü, büyük bir heyecan ile kutlayarak yazıma başlamak isterim. Ülke olarak meşakkatli bir dönemden geçtiğimiz malumunuz. Milli benliğimize, birliğimize ve bütünlüğümüze sahip çıkma gücümüzü tüm dünyaya kanıtladık elbet. Kanıtlamaya da devam ediyoruz ve ilelebet edeceğiz... 

   Şimdi benim ilgi alanımı yakından ilgilendiren bir konuya gelmek istiyorum. Özellikle bu dönemde milli birlik ve bütünlüğün desteklenmesi konusunda sözde! desteklerini esirgemeyen, sosyal medya hesapları üzerinden ''milli direnişe destek'' içerikli yayınlar paylaşan, her yeri şanlı bayrağımızla donatan ve akabinde Milli Bayramımız olan; 30 Ağustos Zafer Bayramında tüm çalışanlarının resmi tatil hakkını elinden alan üstelik, çocuklarını kutlamalara götürüp şanlı tarihimizi anlatmak yerine, canla başla çalışmak için işinin başına gelmiş çalışanlarının bayramını kutlamak adına beş dakikasını ayırmaya bile tenezzül etmeyen, özel sektör patronlarına.. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu'' demezler mi adama hiç?

   ''Gençler! Cesaretimizi destekleyen ve devam ettiren sizsiniz. Siz almakta olduğunuz eğitim ve anlayış ile insanlık yüksek karakterinin, vatan sevgisinin, düşünce hürriyetinin en kıymetli örneği olacaksınız. ''

Konuşmanın bu bölümünü tekrar tekrar okuyor ve her seferinde, sonuna ''Tabi izin verilirse'' cümlesini istem dışı bir biçimde ekliyorum. İstisnalar yok mu diye soracaksınız. Var elbet...

   Özel Sektör Gönüllüler Derneği (ÖSGD) tarafından, özel sektördeki gönüllülük çalışmalarını destekleyerek yaygınlaşmasını sağlamak ve toplumda fark yaratan iyi örnekleri ödüllendirmek amacıyla 2007 yılından bu yana verilen ‘Gönülden Ödüller’ bu yıl 29 Mart 2016 günü düzenlenen törenle sahiplerini bulmuştu. Takip edenler bilir; şirket yöneticileri, gönüllüler, sivil toplum kuruluşları ve basın mensuplarının katılımıyla gerçekleşen organizasyonda,  Jüri Özel Ödülü olarak; Örnek Gönüllülük Deneyimi Ödülü’nü “Anadolu Isuzu - Çocuklarla Elele Milli Bayramlar Projesi” aldı. Buyurun size istisna hem de ''lütfen bu istisna kaideleri bozsun!'' dedirtecek cinsten.

  Milli iradenin yanında olduğu mesajını vermeye çalışan hatta bunu adeta reklam unsuru olarak kullanan özel sektör patronları, bu gün ciddi bir sınavdan geçti diyebilirim. Sonuç mu? Sorgulayan beyinlere ve vicdanlara kalmış...


        

25 Ağustos 2016 Perşembe


                        EŞİTLİK ≠ ADALET


   Eşitlik.. Oldukça evrensel olan bu kavramın aslında ne kadar göreceli olduğunun farkında mıyız? Herkesin farklı bir eşitlik algısı vardır. Kimine göre eşitlik, sayısal kıstasların birbirine denk olmasıdır. Misal; ikisi de sekiz yaşında olduğu sürece, iki çocuk eşittir onlar için. Kimine göre ise yarışın aynı başlangıç noktasından başlatılması, eşitlik için yeterlidir. Bana göre mi? Bana göre eşitlik; ne sayısal verilerle ne de başlangıç ya da bitiş noktalarının aynı olması ile ilgilidir. Bana göre eşitlik, yetenek, amaçlar ve verilen şanslar ile ilgilidir. Evet evet, yanlış duymadınız şans ve eşitlik... Bir düşünün, amacın; ''en kısa sürede nehrin bir ucundan diğerine geçmek'' olduğu bir yarışta profesyonel bir yüzücü ile profesyonel bir dansçının, aynı anda aynı noktadan yarışa başlaması sizce eşitlik mi? Ya da 3 yaşından itibaren dünyanın en ünlü piyanistlerinden piyano dersi almış bir çocuk ile erken çocukluk dönemini salıncakların, kaydırakların tepesinde geçirmiş bir çocuk, dünyaca ünlü bir piyanist olma konusunda eşit şansa mı sahiptir? üstelik ikisinin de sekiz yaşında olduğunu hatırlatmak isterim... Tabi ki HAYIR.

   Şayet iki insan arasında gerçek anlamda eşitlik sağlamak istiyorsanız, kişilerin sahip olduğu yetiler ve kendilerinden gerçekleştirmelerini beklediğiniz amaçlar doğrultusunda, bu kişilere vereceğiniz şanslar üzerinde küçücük hileler yapmak zorundasınız! Kaplumbağa ile tavşan hikayesini bilmeyen yoktur sanırım, işte bu hikayede kaplumbağa için; yarışın bitiş çizgisini biraz daha öne çekmenin kimseye hiç bir zararı olmayacaktır. Üstelik, bu durumun eşitliği bozmayacağı aksine tam anlamda eşitlik sağlayacağı konusunda emin olabilirsiniz.

   Şimdi gelelim çalışma hayatına... 4857 sayılı İş Kanunumuzda da açıkça ifade edilen eşit muamele ilkesine ve ülkemizde ki uygulamalara. Elbette Sezar'ın hakkını Sezar'a teslim eden işletmeler de var. Ancak, bir elin parmaklarını geçecek sayısal üstünlüğe sahip olduklarından emin değilim.. İş kanunumuzun 5. maddesi eşitlik ilkesine değinir. Kanunumuzda yer alan bu, eşit davranma borcu çerçevesinde işverenden beklenen “eşit durumda olanlara” eşit davranmaktır. İş ilişkisinde işverenin yönetme ilkesi gereği bazı işçiler arasında ayrım yapması tabi ki de doğaldır. Ancak bu ayrım; işçilerin somut yetenek ve nitelikleri doğrultusunda olmalıdır. Aksi takdirde tamamen aynı şartlar ve niteliklere sahip olan işçiler arasında herhangi bir nedenle ayrım yapılması İş Kanunu 5. maddenin ihlali anlamına gelir ki; oldukça ciddi cezai yükümlülükleri olduğunu söylemeden geçemeyeceğim.

   Bir konu hakkında gerçek anlamda fikir sahibi olmak istediğim vakit, o konuyu bana aktaracak insandan, zihnimde bir şeyler canlandırmasını isterim. Bu nedenle tamamen soyut olan eşitlik kavramının çalışma hayatı içerisindeki -kanımca- yanlış uygulamalarını bir kaç örnekle somutlaştırmak ve önünüze gözle görülebilir bir tablo koymak istiyorum.

'' A Şirketinde, halkla ilişkilerden sorumlu olarak görev yapmakta olan, eğitim seviyeleri birbirine denk iki genç, aynı görev tanımı çerçevesinde yerine getirilmesi gereken işlerden eşit derecede sorumlu tutuluyor. Kıdem süreleri, iş tecrübeleri, kişisel yetenek ve beceriler, algılama gücü ve verilen görevi yerine getirme yetileri de birbirine neredeyse denk olan gençlerin ''eşit durumda olma'' şartını sağlamış oldukları inkar edilemez. Bu durumda, iş kanunumuzun kılavuzluğunda işverenden, söz konusu gençleri eşit ücret düzeyi ve kariyer planlamasına tabi çalıştırması beklenmektedir.'' Olması gereken de tam olarak budur.

  Bir diğer örnekte;

  '' Ülkenin en gözde üniversitelerinden birini aynı dönemde, derece ile bitirmiş iki iyi mühendis, aynı projede bir arada çalışıyor. İki mühendisimiz için de proje sonuna kadar geçerli olacak bir iş sözleşmesi hazırlanıyor. İkiside genç, yaratıcı ve de zeki. Buraya kadar bir eşitlikten bahsetmek mümkün. Bu nedenle ikisi için eşit bir başlangıç ücreti öngörülüyor. Ancak, mühendislerimizden biri, oldukça sorumluluk sahibi,projeyi benimsiyor ve elinden gelenin daha fazlasını yapabilmek adına uğraş veriyor. Diğeri ise, sorumluluk sahibi arkadaşına fazlaca güveniyor. Bu durumun gözlemlenebildiği an itibari ile eşitlik de bozuluyor tabi, üstelik bu durumun ispatı ile birlikte kanun hükmü de aşılabiliyor... Tüm gün şantiyeden şantiyeye koşan, gece sabaha kadar proje üzerinde inceleme yapan, işçilerle birlikte sahaya inen, yerinde gözlem yapan, her türlü standart sapmayı ve olasılığı hesaplamaya çalışan mühendisimiz ile sağa sola talimatlar yağdıran ancak sorumluluk almaktan sürekli kaçınan mühendisimizin aynı projede, aynı statüde ve aynı ücret düzeyi ile çalışmaya devam etmesi halinde eşitlikten bahsedebilmek mümkün mü? Aynı Üniversite, aynı bölüm, aynı derece, aynı yaş, aynı şirket ne farkeder? Eğer yalnızca başta saymış olduğum özelliklerin birbirine denk olması sebebi ile işyerinde, eşit muamele ve adil bir çalışma ortamı bulunduğuna inanıyorsak, sanırım eşitlik algımızı biraz sorgulamamız gerekecek...''

   Vermiş olduğum iki örnekte de, başlangıç noktalarını ya da sayısal verileri eşit sayabiliriz, mümkün. Ancak konumuz adil bir eşitlik ise, işte o zaman işin biraz daha derinine inmek gerekiyor. İşletme verimliliği ve üretkenliğe direkt olarak etkisi bulunduğuna inandığım eşit muamele ilkesinin, tespit ve uygulama aşamasında son derece zor olduğunu itiraf etmeliyim.  Dikkat, gözlem, performans değerleme hatta belki çeşitli mülakatlar gerektiren bir süreç olsa da, adil bir eşitliğin sağlayacağı verimlilik, üretkenlik ve sadakat için emeklerinize değecektir. Unutmadan; Eşit muamele ve adil çalışma ortamı olmaksızın, çalışma aidiyeti ve ortak işletme kültürü yaratamazsınız. O halde, vakit; tavşan ile kaplumbağa arasındaki yarışa birazcık müdahale etme vakti. 

                                                   3-2-1 ve Start ...




22 Ağustos 2016 Pazartesi

Charlie Chaplin - Factory Work






         MODERN ZAMANLAR'DA İNSAN OLMAK



   Sene zannediyorum 2009,  yer ise Uludağ Üniversitesi... Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri bölüm derslerinden ''Çalışma Psikolojisi'' dersi esnasında, bu gün çalışmalarını hala yakından takip ettiğim değerli hocam Prof. Dr. Serpil Aytaç tarafından bizlere izlettirilen, yönetmenliğini ve oyunculuğunu muhteşem insan Charlie Chaplin'in üstlendiği ''Modern Zamanlar'dan'' bir bölüm paylaşmak istedim bu gün sizlerle. Modern Zamanlar; çalışma hayatı içerisinde insanın sosyal bir varlık olarak yer alması konusundaki baskın düşüncelerimin temelini oluşturması sebebiyle benim için ayrıcalıklı bir baş yapıttır. Bilen bilir, Chaplin; hiç konuşmadan hayatı anlatabilen evrensel bir dil yaratmıştır...'' Sessizlik''....  Modern zamanlar'da ise makinelerle birlikte hayatımıza giren; yeni çalışma düzeni, fabrika hayatı ve makineleştirilmeye çalışılan insanoğlunun adeta ruhsuz birer robota dönüştürülmesinin çaresiz kabul edilişi yine aynı sessizlik içerisinde, muazzam bir ustalıkla ele alınmıştır.


            Gerçekten Birer Makine Mİyİz?


   Asla... İnsan, durup dinlenmeye, motive olmaya, motive edilmeye, ödülendirilmeye, takdir edilmeye, ara vermeye, sevdikleri ile kaliteli zaman geçirmeye, kaygısız bir ortama, güven duymaya ve güvenilmeye ihtiyaç duyan, biyolojik ve fiziki sınırları olan, en önemlisi ise; bir makinadan çok farklı olarak, kendisine verilen ya da verilmeyen değeri algılayabilen sosyal bir varlıktır. Sürekli olarak aynı süreçleri yaşayan, sürekli bir tekrar hali içerisinde bulunan insanın bir süre sonra -doğası gereği- yapmış olduğu işe yabancılaşması kaçınılmaz olacaktır. Hayal edin;


   Pazartesi;


   07.00 evinizden işe gitmek üzere çıkarak, 07.10'da evinizin önüne gelen servisine biniyorsunuz. Servis, sıralı bir biçimde, 500 metre uzaktaki simitçinin önünde bekleyen iş arkadaşınızı alıyor, iki trafik ışığı sonrası bir diğerini ve işyerine varmadan önce ki son kavşaktan birini daha... saat 07.40 itibari ile iş yerine ulaşıyor, araçtan inip şirket kapısından içeri giriyorsunuz. Şirketin, huzur verdiğine inanıldığı için maviye boyanmış uzun ve dar koridorundan ilerleyerek koridor sonunda bulunan odanızın kapısını açıyorsunuz. Masanızın başına oturuyor ve yine sırasıyla önce bir bardak su dolduruyor, bilgisayarınızı açıyor, maillerinizi kontrol ediyor, günlük işlerinizi yapmaya başlıyorsunuz. Öğlen arası, aynı koridordan ilerleyerek bir üst katta yer alan şirket yemekhanesine gidiyor, yemek yemek için sahip olduğunuzu düşündüğünüz 10 dakikalık zamanda yemeğinizi bitirip, ofisinize geri dönüyor ve mesai bitimine dek aynı işleri yapmayı devam ediyorsunuz. Mesai bitimi öncesi, işvereninizin sizden istediği günlük raporları teslim ediyor ve personel servisine yetişmek adına koşar adımlarla şirketten ayrılıyorsunuz. Eve geldiğinizde yorgun ve halsiz bir şekilde koltuğunuza uzanıp, hiç bir şey yapmayarak zihninizi dinlendirmeye çalışıyorsunuz..


    Salı;


   07.00 evinizden işe gitmek üzere çıkarak, 07.10'da evinizin önüne gelen servisine biniyorsunuz. Servis, sıralı bir biçimde, 500 metre uzaktaki simitçinin önünde bekleyen iş arkadaşınızı alıyor, iki trafik ışığı sonrası bir diğerini ve işyerine varmadan önce ki son kavşaktan birini daha... saat 07.40 itibari ile iş yerine ulaşıyor, araçtan inip şirket kapısından içeri giriyorsunuz. Şirketin, huzur verdiğine inanıldığı için maviye boyanmış uzun ve dar koridorundan ilerleyerek koridor sonunda bulunan odanızın kapısını açıyorsunuz. Masanızın başına oturuyor ve yine sırasıyla önce bir bardak su dolduruyor, bilgisayarınızı açıyor, maillerinizi kontrol ediyor, günlük işlerinizi yapmaya başlıyorsunuz. Öğlen arası, aynı koridordan ilerleyerek bir üst katta yer alan şirket yemekhanesine gidiyor, yemek yemek için sahip olduğunuzu düşündüğünüz 10 dakikalık zamanda yemeğinizi bitirip, ofisinize geri dönüyor ve mesai bitimine dek aynı işleri yapmayı devam ediyorsunuz. Mesai bitimi öncesi, işvereninizin sizden istediği günlük raporları teslim ediyor ve personel servisine yetişmek adına koşar adımlarla şirketten ayrılıyorsunuz. Eve geldiğinizde yorgun ve halsiz bir şekilde koltuğunuza uzanıp, hiç bir şey yapmayarak zihninizi dinlendirmeye çalışıyorsunuz..


   Çarşamba;


   Aynı sıradanlık...


   Perşembe, Cuma...  her gün bir öncekinin aynı. Hayal etmesi bile zor, yorucu ve huzursuz... Böyle bir çalışma düzeni içerisinde bir süre sonra, işiniz sizin için; duvarların ne renk olduğunu umursamadığınız, daha iyiyi değil sadece sizden isteneni yaptığınız, günden güne verimsizleştiğiniz, soğuduğunuz ve yabancılaştığınız bir zorunluluktan ibaret olacak. Basit gelebilir ama, bu sıradanlığı bozacak küçücük bir anektot, bir an, bir renk... hiç tahmin etmediğiniz şekilde verimliliğinizi ve işinize olan bağlılığınızı arttırmaya yetebilir.


   İnsan makine değildir, insan makineleri yaratan, yöneten ama onlar gibi olmayan sosyal bir varlıktır... Eğer hala izlemediyseniz, hemen şimdi büyük usta Charlie Chaplin'in Modern Zamanlar'ını izleyin. Hak vereceksiniz...


                                            Mutlu ve Huzurlu bir hafta dilerim...








17 Ağustos 2016 Çarşamba



                              ŞAH AMA MAT DEĞİL


  ''Büyük usta seviyesinde, kazananı kaybedenden ayıran düşünülemezi yapma isteğidir. Parlak bir strateji bir zeka ürünüdür ama zeka, ''gözü peklik'' olmadan yeterli değildir. Fırsat verildiğinde oyunda patlama yaratma cesaretim olmalı, rakibinin oyununu ve sinirlerini bozabilmeliyim. Klasik yöntemlerle başarılı olamazsınız. Rakibiniz yapacağınız hamleleri tahmin edebilirse sonuç alamazsınız, stratejiniz işe yaramaz.
                                                                                   - Garry Kasparov

   Satranç... Satranç; her şeyden önce kıyasıya bir mücadeledir. Tıpkı hayatın kendisi gibi. Kıyasıya bir mücadelede sizi başarılı kılacak olan şey bilinenin aksine güç, otorite, para ya da statü değil, ÖNGÖRÜdür... Bir adım ileriye gittiğinizde bir tümseğe takılıp düşmemiş olmanız,  üçüncü adımınızda görmemiş olduğunuz bir çukura düşme riskinizi yok etmez. Bu size oldukça ŞÜPHECİ bir yaklaşım gibi gelebilir ama inanın kararında bir şüphecilik, hayatınızı kurtarabilir. Satrancın temeli, aynı şüpheciliğin doğurduğu, öngörü yeteneğine dayanır.

   Benim çalışma disiplinim de aynı ''kararında şüphecilik'' felsefesini taşıyor. Herkese güveniyor ve herkesden aynı oranda şüphe duyuyorum. Güven, beni vicdan sahibi bir birey haline getirirken şüphe ise karşımdaki insanın bir sonraki hamlesini tahmin etmeye çalışmam ve önlem almam konusunda, beynimin uyarı sistemini sürekli dinamik tutuyor. Ben bu durumu, kişisel risk yönetimim olarak tanımlıyorum. Evet, karşıma çıkabilecek riskleri bu şekilde yönetmeye çalışıyorum; şüphe duyarak, tahmin ederek, öngörmeye çalışarak ve önlem alarak...

                                       Nasıl Bir Şüphecilik?


 Ciddi sorumlulukları ve yükümlülükleri bulunan bir iş talimatı size yazılı olarak verilmiyor, sözlü bir biçimde tebliğ ediliyorsa, bu davranışın sebebi olarak aklım, önüme iki seçenek sunuyor;
  1. Anlama ve algılama yeteneğinize düşündüğünüzden daha fazla güveniliyor -ki bu son derece gurur vericidir-
  2. Olası bir hata yapılması durumunda yahut işler istenildiği şekilde sonuçlanmadığında, başarısızlığın tüm faturası size kesilmek isteniyor - ki bu çok can sıkıcı ve tehlikeli bir durumdur-
   Her iki durumun da sonuçlarını öngördüğünüze göre, sıra önlem almaya geliyor. Nasıl mı? İşte o tamamen sizin hayal gücünüze ve tecrübenize kalmış...

   Eğer satranç tahtası üzerinde bir piyonsanız, amacınız Şah'ı son hamleye kadar korumaktır. Ancak, aklınızdan çıkarmamanız gereken bir şey daha var;

'' Şah kendi güvenliği için gözünü bile kırpmadan sizi gözden çıkarabilir. ''

   Doğru hareket ederek, kendinizi de güvence altına almayı unutmayın. Bol şans...




14 Ağustos 2016 Pazar



                SİZİ NASIL ÇALIŞTIRA- MAZ - LAR?


   Değerli MentorHr okurları,


   Bu gün, ne yazık ki ülkemiz çalışma şartlarını göz önünde bulundurarak, seçmiş olduğum konunun ciddiyeti sebebi ile yazıma da bir o kadar ciddi başlamak istiyorum. ''4857'' sayılı İş Kanunumuzda, işçi çalıştırmanın sınırları açık bir şekilde belirtilmiştir. Yani Devlet otoritesi, üzerine basa basa tüm işveren ve işveren temsilcilerine; - orada bir dur arkadaşım, öyle keyfine göre İNSAN çalıştıramazsın! demektedir. Tabi bu uyarı aynı zamanda işçilere,'' haklarınızı öğrenin'' mesajını da taşımaktadır. 24 saatlik bir günümüzün, yaklaşık 8-10 saatini çalışarak geçirdiğimizi varsayarak - ki özel sektörde 8 saat çalışıldığını varsaymak pollyannacılık oynamaktan farklı değildir - işçilik haklarımızı bilmenin ne derece önemli olduğunu tekrar vurgulamak isterim. Bu noktada sizden kendinize küçük bir soru sormanızı isteyeceğim.

                                        ''BENİ NASIL ÇALIŞTIRA-MAZ-LAR?''

Şimdi cevaplarını birlikte konuşabiliriz...

  • Sizi günde sekiz saatten fazla çalıştıramazlar! Çalıştırmak için, fazla mesai yapmayı kabul ettiğinize dair onayınızı almaları ve onayınız bulunsa dahi bu fazla sürenin ücretinin, ilgili ayda maaş bordronuza yansıtılarak, tarafınıza ödenmesi gerekir!
  • Hafta tatili, Ulusal Bayram ve Resmi tatil günlerinde sizi çalıştıramazlar! Çalıştırmak için yine onayınızın bulunması, çalıştığınız her bir tatil günü için günlük mesai ücretinizin iki katı tutarında mesai ücretinin tarafınıza ödenmesi gerekir!
  • Sizi Ara dinlenmesi olmaksızın çalıştıramazlar!
    Ara dinlenme süreleri 4857 sayılı İş Kanunu md. 68/1. fıkrasında, işçinin o günkü toplam çalışma saatine paralel olarak düzenlenmiştir. Buna göre;
    1. 4 saat veya daha kısa süreli işlerde 15 dakika,
    2. 4 saatten fazla ve 7,5 saate kadar (7,5 saat dahil) süreli işlerde yarım saat,
    3. 7,5 saatten fazla süreli işlerde 1 saat olarak verilir.
 yani 8 saat çalışan bir işçi iseniz, işverenin size ''günde bir saat ara dinlenmesi çok, yarım saat yeter'' deme şansı yoktur. Ya da ara dinlenmenizi- iş etiği ve ahlak kuralları dahilinde- nerede ve nasıl geçireceğinize karışma şansı...
  • Sizi sözleşmesiz çalıştıramazlar! bir yıldan uzun süreli işlerde sizlerle içerisinde çalışma süresi, çalışma yeri, görev ve maaş bilgilerinin yer aldığı yazılı bir iş   sözleşme yapılması ve bir nüshasının da size verilmesi gerekmektedir.
  • Sizi sigortasız KESİNLİKLE çalıştıramazlar! İş başı tarihinizden bir gün önce, işveren tarafınca sigorta girişinizin yapılmış olması gerekmektedir. Sigortasız işçi çalıştırmak ciddi bir usulsüzlük ve vatandaşlık suçudur! Lütfen bu şekilde çalışmayı, çalıştırılmayı kabul etmeyin, şahit olduğunuz sigortasız ve kayıt dışı çalışanları ise ALO 170 Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı şikayet hattı üzerinden korkmadan bildirin.
  • İstirahat raporunuz bulunması halinde ilgili rapor süresince sizi çalıştıramazlar! Ne yazık ki, geçici iş göremezlik raporu bulunan personelini rica, emir, tehdit vb.  ile çalıştırmaya devam eden pek çok işveren bulunmaktadır. Eğer bu şekilde çalışmaya zorlanıyorsanız, durumu muhakkak yetkililere bildirmeniz gerekir.
  • Sizi görev tanımı olmaksızın çalıştıramazlar! Ne iş yapacağınız, yetki ve sorumluluklarınızın neler olacağı size açık açık belirtilmelidir. Yetki ve sorumluluğunuz dahilinde olmayan hiç bir görev için sorumlu tutulamaz ve cezalandırılamazsınız.
  • İşçilik haklarınızı almaksızın çalıştırılamazsınız! Çalışarak hak etmiş olduğunuz; maaş, yıllık izin, fazla mesai ücreti gibi tüm işçilik haklarınız gecikmeksizin tarafınıza ödenmelidir.
   Kanunumuzun 32. maddesinde ücretin ödeme zamanı da belirtilerek şöyle denmiştir;   “Ücret en geç ayda bir ödenir. İş sözleşmeleri veya toplu iş sözleşmeleri ile ödeme süresi bir haftaya kadar indirilebilir.” Buna göre işveren, işçinin ücretini kanun, iş veya toplu iş sözleşmeleri hükümlerine göre hesaplamak ve zamanında ödemek zorundadır.

   Ücreti gününde ödenmeyen işçi şunları yapabilir;

1. İşçi, iş görme borcunu yerine getirmekten kaçınabilir.
2. Bu nedenle kişisel kararlarına dayanarak iş görme borcunu yerine getirmemeleri sayısal olarak toplu bir nitelik kazansa dahi grev olarak nitelendirilemez.
3. Gününde ödenmeyen ücretler için mevduata uygulanan en yüksek faiz oranı uygulanır.
4. Bu işçilerin bu nedenle iş sözleşmeleri çalışmadıkları için feshedilemez ve yerine yeni işçi alınamaz, bu işler başkalarına yaptırılamaz. Son olarak;

 
  • Sosyal hayatınızı kısıtlayıcı çalışma şartları altında ve ahlak ve iyi niyete aykırı davranışlara maruz bırakılarak Çalıştırılamazsınız! Siz değerlisiniz, işçilik hakları devlet otoritesi tarafından güvenceye alınmış sosyal bir bireysiniz. Buradan hareketle hiç bir işveren, yönetici, iş arkadaşınız yahut emriniz altında çalışan hiç bir işçi sizi aşağılayamaz, küçük düşürücü davranışlarda bulunamaz, hakaret edemez ve kesinlikle şiddet uygulayamaz. Siz de aynı şekilde hiç bir yöneticinize, iş arkadaşınıza ya da çalışanınıza ahlak ve iyi niyet kurallarına aykırı davranışlarda bulunamazsınız.
   Hukuki tarafını bir tarafa bırakarak, tamamen insani duygularla belirtmek isterim ki; Mevzuata uygunluk; vicdani özgürlüktür!
   Eğer bir çalışansanız; size tanınmış hakları bilin ve talep etmekten çekinmeyin. Yok eğer bir işverenseniz ve emrinizde çalışan insanlar bulunuyorsa; insan çalıştırmanın yükümlülüklerini öğrenin, ama öyle kuru kuruya değil! Akıl ve vicdan süzgecinden geçirerek, sindire sindire ...

                                                                                           Huzur dolu bir pazar dilerim...



12 Ağustos 2016 Cuma



BİR ÇAY MOLASI İLETİŞİMİ; İNFORMAL İLETİŞİM

                       

  • Benden duymuş olma ama....
  • Duydun mu?
  • Bir şey duydum ama..
  • Doğrumuymuş?
  • ........... diyorlar.
  • Çok sağlam kaynaktan duydum, öyleymiş...

   ve daha düzinelerce benzer cümle. Buyurun size bir işletme/şirket felaketi olarak ''informal iletişim''.

   Çalışanların; informal gruplar oluşturarak bilgi paylaşımında bulunmaları, kurum içi sohbetlere katılmaları, bir yerden bir yere laf taşıyıcılar aracılığıyla dedikodu ve söylenti ağını harekete geçirmeleri, örgütlerdeki kabul edilemez davranışların daha kabul edilebilir bir duruma gelmesini sağlamak için şakalar yapmaları, birlikte vakit geçirerek sosyal etkinlikler düzenlemeleri, örgütlerdeki sanal iletişim kanallarını kullanarak informal iletişim kurmaları ve yöneticilerin çalışanlarını informal olarak ziyarete gitmeleri gibi nedenlere bağlı olarak ortaya çıkan bu iletişim türü ve örgüt içerisinde yaratmış olduğu iletişim ağı, devasa şirketleri dahi büyük bir kaosa sürükleyebilecek kadar tehlikelidir.  Neden mi? Öncelikle, bilginin kaynağı belirli değildir. Evet ortada çoğu zaman ciddi bir iddia ya da konu bulunur fakat bilgiyi kimin paylaştığı, hangi amaç ile paylaştığı, nereden öğrendiği hatta paylaşılan bilginin doğru olup olmadığı dahi belirsizdir. Farklı konular için defalarca belirtmiş olduğum üzere belirsizlik, stres yaratır!! İkinci olarak,  toplumsal özelliklerimiz malum; bire bin katmayı seven milletiz biz. Bu nedenle, bir çalışanın sabah kahvesini yudumlarken ağzından çıkan küçük bir söz, öğle yemeği esnasında adeta mutasyona uğramış bir şekilde kendi kulağına gelebiliyor. Daha da vahimi, kişi bu bilgiyi ilk defa duymuşçasına inanabiliyor. Bununla ilgili trajikomik bir diyaloğu sizlerle paylaşmak isterim;

   Her sabah, gazetesini alarak 08.10 'da şirkete ulaşan muhasebeci Namık bey, o sabah gazetenin ön sayfasında mali denetimlerin arttırıldığına dair bir haber okuyordu. Şirkete ulaştığında, kendisini her zaman olduğu gibi şirketin ayaklı gazetesi olarak anılan bekçi Selim efendi selamlayarak karşıladı;

 - Günaydın Namık bey, Bu gün nasılsınız?

 - Günaydın Selim efendi. Çok şükür. İyiyim iyi olmasına ama ne olacak bu hal gidişat? Bak yine mali denetimler arttırılmış. Bu aralar dönem sonu, tablolar, bilançolar, gelirler giderler derken yeterince fazla mesai yapıyoruz zaten inşallah bir denetim de bizim başımıza gelmez. Ah Selim efendi Ah emekliliğim yaklaştıkça stres yorgunluk kaldıramıyor insan. Neyse neyse kafanı şişirdim, hadi kolay gelsin sana

 - Sana da Namık bey sana da

   Namık beyin masumane serzenişi biraz mesleki olmuş olacak ki, bizim Selim efendi ancak bir kaç cümlesini, yarım yamalak anlayabilmiş. Bu kadarla kalsa iyi tabi ama birde yarım yamalak yorumlayıverince işler karışmış tabi. Namık beyden yaklaşık 15 dakika sonra kuruma gelen genel müdür sekreteri Zeynep Hanım tam Selim efendiyi selamlayıp içeriye geçecekken, Selim efendi telaşlı bir şekilde;

  -Zeynep hanım Zeynep hanım, mali denetim gelecekmiş herkesi bir telaş almış. Hatta Namık bey, bu mali denetimi kolay atlatamayız durumlar karışık diyor.Emekliliği isteyip gitmeyi bile düşünüyormuş.

- Nediyorsun  sen Selim efendi. Mali denetim mi? Namık bey istifa mı ediyor?

Arkadan konuşmanın yarısına yetişen insan kaynakları müdürü Hüseyin bey;

-Kim istifa ediyormuş? Namık bey mi? o işler öyle olur mu canım? Hem bu aralar ben nereden bulacağım yeni bir muhasebeci?

Yanlarında oyalanmadan geçip giden şirket stajyeri Aylin;

- Alo Çağla, koş çabuk koş bizim şirkete yeni bir muhasebeci aranıyor. CV getirmeyi de unutma sakın.

Aylin'in heycanlı sesini işiten Namık bey, Duyduklarının şokunu atlatır atlatmaz, Genel müdür İhsan Bey'in kapısını çalarak; 

- Bu ne demek oluyor İhsan bey? hemde emekliliğime bu akdar kısa süre kalmışken, 20 yıllık emeğim var bu şirkette nasıl çıkarırsınız beni böyle habersiz üstelik hiç bir hatam olmadan?

- Neler söylüyorsun Namık'cığım. Çabuk bana Hüseyin beyi çağırın...

   Son derece sakin başlayan bir mesai günü ve günün sonunda; asabi ve şaşkın bir muhasebeci, ne olduğunu bile anlayamamış bir insan kaynakları müdürü, şirket kapısında elinde CVsi ile bekleyen bir genç ve şirketinin mali durumundan endişe eden bir güvenlik görevlisi...

  Kulaktan kulağa bilgi aktarımı usulü ile gerçekleşen bu iletişimin sağlıklı bir iletişim türü olması, görüldüğü üzere mümkün değildir.

   Peki bunun önüne nasıl geçeceğiz?

   Üzülerek belirtmeliyim ki, insan olmanın beraberinde getirmiş olduğu bir takım özelliklerimiz sebebi ile informal iletişimi tamamen bitirmek neredeyse imkansız. Fakat kurum içerisinde sağlıklı ve formel iletişim ağları ne kadar gelişmişse, işletme içi dedikodu silsilesi bir o kadar az olacaktır. Personel bilgilendirme toplantıları, emir komuta zincirleri, öneri-şikayet kutuları ile bunu sağlayabilmek mümkün ancak yeterli değildir. İşte tam bu noktada üzerinde durmak istediğim hassas bir nokta daha var; ''Kimi zaman,dedikodunun yöneticiler tarafından kullanılan ve belli amaçlara yönelik bir iletişim stratejisine dönüşmesi''  !!!

   Özellikle yönetim kademesi dedikodu mekanizması sayesinde:
  • işletme personeli hakkında bilgi toplayabilir,
  • uygulanan yönetim politikaları hakkında geri bildirim sağlayabilir,
  • işletmenin ileride uygulayacağı ve personeli de kapsayan bir plan hakkında nabız yoklayabilir ve hatta,
  • personel arasında olumsuz laf trafiğine neden olabilecek sansasyonel olaylar ve ya radikal değişimler öncesinde karşı propaganda yapabilir.
   Hatırlatmakta fayda görüyorum; bir süre bilgi alıp-verme sisteminizi iyi ya da kötü döndürebilecek olan informal iletişim sistemi yani daha açık bir ifade ile dedikodu silsilesi; er ya da geç yönetim kademesini de içinden kolay kolay çıkılamayacak bir problemle karşı karşıya bırakacaktır. Ava giderken avlanabileceğiniz aklınızın bir köşesinde bekleyedursun, ben de; yaşamı süresince kendisini yakından takip ettiğim ABD'Lİ köşe yazarı Earl Wilson'un konu ile alakalı harika bir cümlesi ile yazımı sonlandırayım...

 ''Teknik, hiçbir zaman idarede; bir çay paydosundan daha iyi haberleşme düzeni kuramaz.''
                                                                                                                 
                                                                                                                                 Earl Wilson





10 Ağustos 2016 Çarşamba

FARKINDALIK YARATAN BİR MESLEKİ DEFORMASYON



 ''Çabukluğu; iş başında geçen zamanla değil, işin ilerlemesiyle ölçmek lazımdır.''
                                                                                                           Francis Bacon


   Eğer iyi bir İK'cı olmayı kafaya koymuşsanız, bir takım mesleki deformasyonlar yaşayacağınızı en baştan kabullenmenizde fayda var. Misal, sürekli bir şeylerin takibini yapmak...  Öyle göz ucuyla bir şeyleri izlemekten bahsetmiyorum, alışveriş yaptığınız süper marketin kasasında beklerken, önünüzdeki kuyruğun gereğinden yavaş ilerlemesine kafayı fena halde takarak kasiyerin iş yapış biçimini incelemek hatta ve hatta  kafanızın içinde bir yerlerde istem dışı bir çalışma planı kurgulamaya başlamak kadar ciddi bir takip benim anlatmak istediğim.

-Eeee ne olmuş yani? demeyin.

   Bir süre sonra gerçek bir işkenceye dönebiliyor....

   Yemek esnasında gözlerinizi servis elemanlarına takılıyor, hizmet kalitesi ile ilgili yorumlar dilinizin ucuna kadar gelip, yediğiniz yemeği unutmanıza neden olabiliyor. Ofisinizde bir şeylere odaklanmış çalışırken, başka bir iş arkadaşınızın telefonda yaptığı iş görüşmesine kulak kabartıp, uslub nedeni ile çileden çıkabiliyorsunuz.  İş çıkışı kullandığınız personel servisinin şoförünü yol boyunca dikaktli dikkatli süzüp, kaç ışıkta henüz yeşil yanmadan, sarıda geçtiğinin hesabını falan yapabiliyorsunuz. İşte bir İK'cı olarak ben de bu mesleki deformasyondan nasibini alanlardanım. 

   Bir süredir gözlerimin her şeye gerekli gereksiz takıldığını farkediyorum. Şirket girişinde bulunan güvenlik kabinin temiz olup olmadığına şöyle bir göz gezdirerek içeriye giriyor, bahçevan tarafından düzenli bir şekilde temizlenmesi gerektiğini bildiğim için yerlerdeki yaprakları kontrol etmeye başlıyorum. Bir gün önce teknik departman çalışanları tarafından yapımına başlanan işler geliyor aklıma, ofisime girmeden önce hemen koşup bakıyorum. Tabi koşarken de işin maksimum kaç günde bitebileceğini, dünden bugüne ne kadar ilerlemiş olunabileceğini hesaplamaya çalışıyorum. Eğer gördüğüm manzara, yaptığım hesapla örtüşüyorsa ne mutlu. Gün içerisinde diğer departmanlara girip çıkıyor, her girişimde masaların üzerine göz gezdirmekten kendimi alamıyorum. Bazen bir evrakın ya da dosyanın günlerce hatta haftalarca üzerinde çalışılmak üzere masanın üzerinde beklediğini farkediyorum. Benim sorumluluğumdaki bir iş olmasa dahi sinirlenmeden duramıyorum. Şimdi anladınız mı bu durumu ne için deformasyon olarak adlandırdığımı?

-Hiç mi artısı yok bu durumun?
-Olmaz mıııı... FARKINDALIK!

   Şimdi en başa dönüp, sevgili FRANCIS BACON'un sözüne tekrar değinmek istiyorum. Ne tesadüftür ki, hani şu haftalarca aynı dosyanın milimetrik bir şekilde masanın aynı köşesinde durduğu departman çalışanı ile şirket içerisinde ''ne kadar çok çalıştığından en çok şikayet eden'' çalışan birebir aynı kişi çıkıveriyor. Bir diğer çalışan ise, yapılması planlanmış tüm işlerini, mesai başlangıcından öğle yemeğine kadar geçen sürede yapıp bitiriveriyor. Ne yazık ki bir çok işletmede/ şirkette fazla mesaiye kalmış malum personel ayakta alkışlanırken, sistemli ve düzenli çalışarak işlerini erkenden bitiren personelin pek takdir görmediğini söylemeliyim.

   Her ne kadar deformasyon diye adlandırıyor olsam da, bu gibi durumların FARKINDA olmaktan mutluyum. En azından söz konusu yanlış algıyı değiştirebilmek için çaba gösterdiğim ve başardığım sürece...





  

  

8 Ağustos 2016 Pazartesi

     NE SİHİR NE KERAMET, ''SEVMEK'' DE MARİFET


  Keyifli bir hafta sonunu geride bırakarak, yeni bir haftaya başlangıç yaptık. Bildiğiniz üzere, hafta sonu boyunca facebook sayfamız https://www.facebook.com/mentorhrblog/?ref=aymt_homepage_panel ve instagram hesabımız https://www.instagram.com/mentorhrblog/  üzerinden gerçekleştirdiğimiz etkinlikte, sizlere;
  • Motivasyon nedir
  • bir çalışan nasıl motive edilir?
  • Bir çalışan kendisini nasıl motive eder?

diye sormuş ve sizlerden, kendi motivasyon yöntemlerinizi bizlerle paylaşmanızı istemiştim. Tüm hafta sonu, sosyal medya hesaplarımız üzerinden bizlere ulaştırmış olduğunuz cevaplar doğrultusunda bu gün; yazımızı sizlerle birlikte şekillendirip, satırlara dökmenin keyfini yaşıyorum. Az sonra sırayalacağım maddeler, sizlerin iş ve sosyal hayatınızda kendinizi motive etmenizi sağlayacak kişisel formüller...  kendi sihirli formüllerinizi tüm mentorhrblog ekibi ve okuyucuları ile paylaştığınız için sizlere sonsuz teşekkürlerimi sunarım... Bu sihirli formüllere geçmeden önce,  ''Sizce motivasyon nedir?'' sorumuza gelen ve okurken, bakarken ve izlerken gülümsemekten kendimi alamadığım bir kaç tanım, resim ve videoyu sizlerle paylaşmak istiyorum;
  • Motivasyon, bir işi başardıktan sonra koca bir tabak pasta yiyebileceğinizi düşünmektir. (E.B/BURSA)
  • Motivasyon;  ''İyi iş çıkardın'' cümlesini duyabilmektir. ( F.K/ ANTALYA)
  • Etrafında ''Başaramayacaksın'' diyen birilerinin olması, işte motivasyon budur. (S.I / İSTANBUL)
  • Motivasyon, üzeri beyaz çikolata ile kaplı waffle'dır. ( H.M/ İSTANBUL)
  • Avaz avaz şarkı söylemektir... Üstelik kimsenin seni duyamayacağına emin olduğun bir yerde! (D.G / ANTALYA)
  • Koşmaktır... ( E.K/ ANTALYA)
  • Motivasyon, prim ve ikramiye almaktır. Tamamen duygusal... (F.K / ANTALYA)
  • Çaydan daha iyi motivasyon mu olur. Şöyle tavşan kanı bir çay olsun yeter. ( O.K/ İSTANBUL)
  • Bir arada olmaktır...

  • Yumurtanın kapıya dayanmasıdır. (U.K / KUŞADASI)
Nutella'dır...

MOTİVASYON; Nutella'dır...




  GELELİM MALUM MADDELERE, İŞTE BİR ÇALIŞAN NASIL MOTİVE OLUR? SORUSUNA SİZDEN YANITLAR;

  • Hedef Belirleyerek
  • Toplumda kabul görerek
  • Takdir Edilerek
  • Ekip Çalışması Yaparak/ Ekip Olarak
  • Maddi Ve Manevi Ödüllere sahip olarak
  • Kendine Telkinde Bulunarak ( Başaracağım, Yapabilirim, İmkansız değil...)
  • Yeni bir şeyler öğrenerek
  • Gülümseyerek
  • Tatil yaparak
  • Sosyalleşerek
  • Topluma faydalı bir eylemin/işin önemli bir parçası olduğuna inanarak
  • İnisiyatif kullanarak
  • Güvenerek
  • Eğlenerek
  • Söz sahibi olarak
  • Bir şeyleri değiştirebilme gücüne sahip olarak
  • Yaptığı işin/eylemin sonunda sevdikleri ile keyifli vakit geçireceğini bilerek
  • Yapılan iş her ne olursa olsun, SEVEREK...
   İtiraf etmeliyim ki favori cevabımı sona sakladım. Çünkü sevmek, başlı başına bir motivasyon kaynağıdır. Çikolatayı seversiniz, çikolata sizi motive eder. Kazanmayı seversiniz, oyun oynamak ve rakiplerinizi yenmek sizi motive eder ya da belki kalabalık olmayı, birileri ile birlikte hareket etmeyi seversiniz, ekip çalışması sizi motive eder, işinizi seversiniz; ÇALIŞMAK sizi motive eder... Kim bilir?

   Zaman, kendinizi ihmal etmenizi affetmeyecek kadar hızlı akıyor. Bu nedenle önce kendinizi sevin, daha sonra ise sevecek başka şeyler bulun ve bir şeyleri sevmek için basit nedenler... Öncelikle keyif alarak yaşamak için motive olun. Daha sonra kendinize, motive olmak için formüller üretin; bazen para bazen çikolata bazen mütevazi bir teşekkür... Yeter ki bu hayatta sizi motive edecek bir minicik bir sihir olsun...


















4 Ağustos 2016 Perşembe


             MÜKEMMEL ÇALIŞAN KİMDİR ?      -1-


   İnsan ne zaman mükemmel olur?? diye sorsam şimdi sizlere, kim bilir belki ne cevaplar geçecek aklınızın ve kalbinizin derinliklerinden. Tek bir cevabı da yok aslına bakarsanız. Kimine göre olgunlaşmaktır insanı mükemmel kılan, kimine göre ise hep çocuk kalmak... Kimine göre hayatı ciddiye alan biri mükemmel insandır, diğerine göre muziplik mükemmelliktir. Bazen dış güzelliğe aldanıp; mükemmel diye iç geçirirsiniz bazen de zeka sizi cezbeder ve   '' vayy canına'' dersiniz... İnsan mükemmelliğini bir kalıba veya standart bir şekle sokmak mümkün değil anlayacağınız. Ancak benim için, bir kalıbı olmasa da, bir tanım çerçevesi var şu mükemmellik işinin. Şimdi yeniden soruyorum; İnsan ne zaman mükemmel olur?

   - Onu özgür kılan, zorlayan, neşe veren, hayatına anlam katan, tutku ile kendisine bağlayan şeyi bulduğunda!! Ona sahip olma, gerçekleştirme, ulaşma arzusu duyduğunda ve bu arzudan hareketle kendisine büyük hedefler belirlediğinde...

   İşte o zaman bir insan, mükemmel olabilir ve mükemmel işler yapabilir. Eğer iş hayatı için konuşacak olursak,  bu uzunca mükemmellik tanımını, biz İK'cılar için oldukça önemli ve bir o kadar da sihirli bir kelime ile bağdaştırabiliriz; ''MOTİVASYON''. O halde;

   Mükemmel çalışan, motive olmuş çalışandır..

   Sadece motive olmak da yetmez, aynı zamanda motive edilmiş olmalı tabi..  Peki ama Nasıl?

  -Bir Çalışan, NASIL motive olur?
  -Bir Çalışan, NASIL motive edilir?

   Bir sonraki içerikte bunu uzun uzun konuşacağız, üstelik sizlerden gelen yanıtlarla... Facebook sayfamız ''Mentorhrblog'' üzerinden, tüm hafta sonu sürecek olan etkinliğimize katılarak, bir sonraki içeriğimizin interaktif bir biçimde oluşturulmasına yardımcı olabilir, kişisel motivasyon önerilerinizi tüm okuyucularımız ile paylaşabilirsiniz.


   Son olarak, bu yazının ve etkinliğin ilham kaynağı olan aynı zamanda motive olmanın ne derece eğlenceli olabileceğini bana gösteren, liderlik yetilerine hayran olduğum bir üstadın, çalışanları ile birlikte çekmiş olduğu neşeli mi neşeli video klibe ait link'i de sizlerle paylaşmadan geçemeyeceğim... Keyifli seyirler...

'' https://m.facebook.com/story.php?story_fbid=1007241575956050&id=100000106523356&__mref=message_bubble ''







1 Ağustos 2016 Pazartesi


     ZEUS'UN OTOKONTROLÜ MÜ? FİRAVUN'UN OTORİTESİ Mİ?

                      
   Geçmişten bu güne dek, topluluk halinde yaşayan insanoğlunun, bir güç simgesine bağlılığı inkar edilemez bir gerçektir. İnsanlar çoğu zaman kendi inançları doğrultusunda güce sahip olan bir mekanizma, nesne ya da canlı bir varlık belirlemiş ve bu güç simgesinin kontrolü altında bulunmaya gönüllü olmuşlardır. Örneğin Antik Mısır... ''Firavun'' tarafından belirlenmiş yasaların gölgesinde ve kontrolünde yaşayan bu halk, Firavun ve Firavun soyundan gelen herkesin mutlak gücünü kabul ederek, kontrolüne girmiştir. Firavun, her ne kadar ilahi sayılıyor olsa da kanlı canlı bir insandı. Tıpkı diğer toplumların güç ve kontrol simgesi haline gelen komutanları, kralları, padişahları gibi... Ancak Antik Yunan tarihinde çok daha farklı bir durum söz konusu; ''OLİMPOS TANRILARI, TANRIÇALARI VE YARI TANRILAR''.  



   Bu aralar, Yunan mitolojisinin ciddi bir şekilde merakımı cezbettiğini söylemeliyim. Bu insanlar,  yani Antik Yunanlılar;  kendilerine emirler yağdıran kanlı canlı bir güç simgesi bulmak ya da insana tanrısal güçler atfetmek yerine, hayal güçlerini çalıştırmışlar. Hiç kimsenin görmediği ''OLİMPOS TANRI ve TANRIÇALARI'' efsanesini yaratmış ve yaratmış oldukları doğa üstü güçlere sahip bu tanrı ve tanrıçaların kendilerini disipline ettiklerini varsayarak, adeta bir OTO KONTROL mekanizması geliştirmişlerdir. Misal; denizler tanrısı POSEİDON kızmasın diye deniz canlılarına zarar vermemeyi, denizleri kirletmemeyi öğrenmiş, Tanrıça HERA'nın varlığına olan inançları nedeni ile evliliğin kutsallığına inanmış ve kadınlara karşı şiddet göstermenin HERA'yı kızdıracağını düşünerek, kadınlarına her zaman nazik ve kibar davranmışlardır. Kendi hayal güçlerinin ürünü olan mit'ler sayesinde Antik Yunanlılar; her alanda toplumsal düzeni sağlayarak, kendi refah seviyelerini arttırmışlardır. Ne müthiş, nasıl da hayranlık uyandırıcı değil mi?

   Şimdi siz soracaksınız;

   - İyi, güzel ama bir İK'cı bunlardan niye bahseder?

   '' Çalışma hayatında otokontrolün önemini'' anlatabilmek için tabiki...

   Çalışma hayatı içerisinde çoğu zaman işveren, baskı ve otorite kurma yolu ile çalışanlarını kontrol etmeye çalışır. Ne yazık ki pek çok çalışan da üzerinde kurulan otoritenin boyunduruğu altında kendini daha rahat hisseder ve kontrolü kayıtsız şartsız kabul eder. Çünkü, işlerin hatasız yürütülebilmesi için mutlak bir gücün hem de kanlı canlı bir gücün kendini kontrol etmesi gerektiği, kendisine öğretilmiştir. Emirler yağdıran amirler, her işi kontrol etme arzusuna sahip yöneticiler, işi doğru yaptığından emin olmak isteyen ve bu nedenle sürekli üstlerinden onay bekleyen çalışanlar ile Toplumumuzun sahip olduğu çalışma hayatı adeta ESKİ MISIR... Tek farkımız, Firavun'umuzdan MAAŞ alıyor olmamız, öyle değil mi? Halbu ki, biz çalışanlar kendi kendimizi akli yetilerimiz ile kontrol edebilme ve denetleme gücüne sahibiz! Üstelik çalışanların kendi kendilerini kontrol ettiği bir çalışma hayatının çok daha düzenli ve dinamik olduğunu göreceksiniz. Böyle bir çalışma ortamında FİRAVUN'a hiç mi hiç gerek olamayacak... Yok, yok işverensiz bir iş hayatından ya da yöneticisiz bir işletmeden bahsetmiyorum tabi ki, İşveren ve yöneticilerin ZEUS gibi oldukları bir iş hayatından bahsediyorum;

GÖRÜLMEYEN, DUYULMAYAN ama VAROLDUĞUNA inanılan, sırf bu yüzden SAYGI DUYULAN, MUTLU EDİLMEYE ÇALIŞILAN ve SADAKAT İLE BAĞLI OLUNAN...