29 Ekim 2016 Cumartesi

Çalışma Hayatınızın Yönetim Rejimi Cumhuriyet mi?

 ÇALIŞMA HAYATINIZIN YÖNETİM REJİMİ CUMHURİYET Mİ?

              
   Bu gün; 29 Ekim.
   Bu gün; Türkiye Cumhuriyetinin 93. yıldönümü.

   Bu gün; yüce Türk Milletinin doğum günü.

              Kutlu olsun...

    93 yıl evvel bu gün, TBMM’de kabul edilen bir yasa ile Çağdaş Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş ve Gazi Mustafa Kemal Paşa oy birliğiyle Cumhurbaşkanı seçilmiştir.

   Yıllar sonra bile tüm dünya o maziyi; ATATÜRK DEVRİMİ olarak anmıştır ve ilelebet anmaya devam edecektir. Ulu önderimiz Atatürk'ün bizlere en büyük emaneti olan Cumhuriyet ve Cumhuriyet ilkeleri, 7'den 70'e her birimizin sorumluluğu altındadır. Bu sebeple, söz konusu ilkelere kalben ve ruhen bağlı bir Türk genci olarak; (mesleki sınırlarım içerisinde kalarak) çalışma hayatı içerisinde ne kadar CUMHURİYETÇİYİZ? diye sordum kendime. Maksadım, mesleğimden ileri gelen eleştirel bir yaklaşım ile hunharca eleştiri yapmak değil ancak kendime sorduğum sorulara verdiğim ya da daha doğru bir ifade ile VEREBİLDİĞİM yanıtlar beni ziyadesiyle üzdü...

    Evet Atatürk'e ve onun ilke ve inkılaplarına tüm kalbimizle bağlıyız. 
    Evet söz konusu Vatan olunca, biz her zaman tek yürek oluruz.
    Evet, ilkokul sıralarından itibaren Atatürk ilke ve inkılaplarını ezbere sayarız.
    Evet Cumhuriyet'in anlam ve önemini biliriz.
    Evet bizler, o bir çift DENİZ MAVİSİ GÖZÜN bize neler anlatmak istediğiniz çok iyi anlarız anlamasına da neden uygulamaktan bu kadar aciziz? Bu gerçekten çok mu zor? Bir bakalım;

   Toplumsal ya da sosyal bir Cumhuriyet analizi yapmak elbette ki benim üzerime vazife değil, bu sebeple Çalışma hayatımız ile münakaşa edeceğim yine. Tabi ki Cumhuriyet Rejiminin değişmez ve sarsılmaz ilkeleri ışığında...

   Cumhuriyet yönetiminin birinci Özelliği; ''Seçim esasına dayanan bir idare olmasıdır. Bu seçim de gerek seçme gerekse seçilme hakkı bakımından belli bir kişiye, belli bir zümreye, belli bir sınıfa ait değildir; bütünüyle millete aittir. Cumhuriyetle yönetilen bir devlette bir görevin, ilâhî bir kuvvete dayanması veya babadan oğula geçmesi gibi bir usul de yoktur ve olamaz.''

   Kendime sordum;
  • Ülkemizde; özellikle küçük ve orta boy işletmeler ile aile şirketlerinin üst düzey yöneticileri nasıl belirleniyor? Neye göre bir seçim yapılıyor?
   Cevapladım;

   Babadan-oğula, amcadan- yeğene, dayılardan-halalara, kuzenlere... Evet Cumhuriyet ilkelerini anlıyoruz...

   Cumhuriyet rejiminin ikinci özelliği, ''Bu rejim her şeyden önce kişi, zümre ve sınıf yararını değil, kamu yararını ön planda tutan, kamu yararına dayanan bir yönetim şeklidir.''

   Kendime sordum;

  • Çalışma hayatımız içerisinde, hak edilmemiş(istifa eden işçiye yapılan) bir takım ödemelerin çeşitli sözleşmeler ile '' iş sonu tazminatı'' adı altında işçilere verilmesi,  hak edilmiş kıdem tazminatının işçi hesabına yatırılıp çoğu zaman zorlama ile geri iade ettirilmesinin sebebi nedir? ( Yok canım demeyin, emin olun; çalışma hayatımız içerisinde bu tür olayların yaşanması sebebi ile yazılıyor) 
   Cevapladım; 

    İstifa eden işçiye ödenen tazminat ücret olarak değerlendirilir ve yasal kesintiler yapılır. Ücret olarak değerlendirildiğine göre gider yazılması da yasaldır yani vergiden düşülür. Gelelim kıdem tazminatına ee o da; Gelir vergisinden müstesnadır. Niyet açık... Kamu yararı, işletme anlayışımızın neresinde? Ama evet Cumhuriyet ilkelerine bağlıyız...

   Cumhuriyet rejiminin üçüncü ve en mühim özelliği, ''İnsan unsuruna verdiği değer, insan hak ve hürriyetlerine gösterdiği saygı, çağdaşlaşmayı, çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmayı en iyi şekilde gerçekleştiren bir ortam oluşturmasıdır'' 

    Kendime sordum;

  • Ülkemiz çalışma hayatı için; insan onuruna yakışır iş, sosyal katılım, kararlara ve yönetime katılma, cinsiyet eşitliği, eşit işe eşit ücret, eşit kariyer olanakları gibi kavramlardan bahsetmek mümkün mü? Ya da 4857 sayılı iş kanunumuzda, işçi ve işverene tanınan tüm hakların ve yüklenen yükümlülüklerin eksiksiz yerine getirilmesi söz konusu mu?
   Sanırım, bu kısmı yazarken yüzümün almış olduğu ifadenin farkında olmam sebebi ile bu soruyu yanıtlamadan geçiyorum. Zira göz var iza var, cevap apaçık ortada... Ancak burada tarafsız olduğumu da belirtmek isterim. 4857 sayılı iş kanunumuz; hem işverene hem de işçiye bir takım yükümlülükler yüklemiş ve bir takım haklar tanımıştır. Çoğunlukla hak mağduru işçilerle karşılaşıyor olsak da mağdur işverenlerin varlığı da göz ardı edilemez. Ama evet, Cumhuriyet ilkelerinin yükümlülüklerini taşıyabiliriz...!

    Cumhuriyet rejiminin dördüncü özelliği; '' Vatandaşların temel hak ve hürriyetlerini devlet teminatı altına alması, millî birlik ve beraberliğimizi pekiştirici olması, millî sınırlarımız içinde hiçbir ayrıcalık yapmaksızın bütün vatandaşlarımızın paylaştığı, yararlandığı ilkelere sahip olması''

    Kendime son defa sordum;

  • Çalışma hak ve hürriyetimiz, çalışma hayatı içerisinde sahip olduğumuz hak ve özgürlüklerimiz hatta yalnızca insan olduğumuz için sahip olduğumuz temel hak ve hürriyetlerimiz gerçekten devlet teminatı altında mı? Türkiye'nin en ücra köşelerinde faaliyet gösteren işletmelerde, insanlar hangi şartlar altında çalışıyor, çalıştırılıyor? Devletin gerçekten bundan haberi var mı? Her şeyi devletten bekleyemeyiz diyelim, o halde bizler haberdar mıyız? Duyarlı mıyız? Yoksa ben kendi yoluma bakarım diyerek, at gözlüğünü kafamıza geçiriverenlerden miyiz?
    Bu soru karşısında vicdanım son derece rahat. Haksızlık karşısında durabilirim, inançlarımı körü körüne savunabilir, sorunların üzerine gidebilir ve usulsüzlükleri korkusuzca kaleme dökebilirim. Cesaretliyim lakin aynı zamanda şaşkın.

   Kendi haklarını savunmayan ve ya savunmaması gerektiğini öğrenen insanların haklarını savunmaya çalışmak, çok büyük bir hayal kırıklığı ile sonuçlanabiliyor. Ancak sorsanız, evet hepimiz CUMHURİYET İLKELERİNİ İLELEBET SAVUNABİLİRİZ... Üzgünüm, ama Cumhuriyet ilkelerini savunmanın ilk aşaması; onun size kazandırmış olduğu hakları korumak ve savunmaktır.

   Kendine sorular sorabilen, sorularına doğru ve tarafsızca cevap veren ve korkusuzca sorunların üzerine gidebilen gerçek CUMHURİYET insanlarından umutluyum. Gerisi mi? Onların zararı Cumhuriyetimizden önce kendilerine...


         ''Kudretsiz dimağlar, zayıf gözler, hakikatı kolay göremezler. O gibiler Büyük Türk Milleti’nin yüksek seviyesine nazaran geri adamlardır. Fakat zaman bütün hakikatleri en geri olanlara dahi anlatacaktır. Milletimizi vehimlerden kendini kurtarmağa muktedir hale getirmeye çok çalışalım.”

                                                                           (19 Ekim 1925, Mustafa Kemal Atatürk)

Cumhuriyetimizin 93. Yıldönümü, hepimize kutlu ve mutlu olsun..



24 Ekim 2016 Pazartesi


                   ŞİŞTTT KOMŞULAR DUYMASIN!


   Dönüyor dolaşıyor hep aynı konuya geliyorum. Denetim!

   Ne zaman, şöyle kendimle baş başa kalıp düşünme fırsatı bulsam; dönüp dolaşıp şu ''denetim'' mevzusunu neden bir türlü başaramıyoruz? sorusuna takılıp kalıyorum. Detayları bir kenara bırakacağım zira denetim; siyasetten sosyal hayata, ticaretten eğlenceye kadar her alanda düzenli olarak uygulamayı başaramadığımız bir konu.

   Sadece çalışma hayatını göz önüne alarak, açacağım ağzımı yumacağım gözümü. Abartacağım da üstelik çünkü DENETİMSİZiz biz! Bu yüzden önce literatürde geçen DENETİM kavramına değinmek istiyorum;

   Denetim;  İktisadi faaliyet ve olaylarla ilgili iddiaların önceden saptanmış ölçütlere uygunluk derecesini araştırmak ve sonuçları ilgi duyanlara bildirmek amacıyla tarafsızca kanıt toplayan ve bu kanıtları değerleyen sistematik bir süreçtir.  Kurumların ve işletmelerin hukuk düzenine uygun faaliyette bulunup bulunmadıklarını belirlemek, çıkar ilişkisinde bulunan kişilere ve devlete hesap verme yükümlülüklerini yerine getirmelerini sağlamak amacıyla kayıt ve belge düzeni getirilmiş; belirli dönemlerde faaliyetlerle ilgili sonuçların ilgili kişilere ve devlete raporlanması zorunlu tutulmuştur. Faaliyet sonuçlarının işletmelerle çıkar ilişkisinde bulunan kişiler ve devlet adına araştırılması yasalarla zorunlu hale getirilmiştir.

   Şimdi satır satır eleştirmeye başlayabiliriz;

      1.    '' İktisadi faaliyet ve olaylarla ilgili iddiaların ÖNCEDEN SAPTANMIŞ ÖLÇÜTLERE uygunluk derecesini araştırmak ve sonuçları ilgi duyanlara bildirmek''  
   Ne de güzel ifade edilmiş literatürde. Gel gelelim bizim çalışma hayatımızda; ölçütleri önceden saptamak bir tarafa dursun, neden bir takım ölçütlere ihtiyacı olduğunu bilen kaç işletme vardır? Bir elin parmaklarını geçer mi? İyimser olmak isterdim ama SANMIYORUM.  Birde söz konusu bu ölçütleri kimin belirleyeceği konusu var ki; adeta arap saçı!!

      2.    ''TARAFSIZCA kanıt toplayan ve bu kanıtları değerleyen''

     Tarafsızlık... Bizim çalışma hayatımızda bu kelimenin imkansızlık ile eşdeğer olduğunu düşünüyorum. Tamamen deneyime dayalı olarak, şunu gönül rahatlığı ile söyleyebilirim; denetleyeceği işyerine önceden haber gönderen, nerede ve nasıl ağırlanacağı en ince ayrıntısına kadar planlanmış bir denetmen tarafından gerçekleştirilen denetim TARAFSIZ bir denetim olmaz, OLAMAZ! 
 
   Üniversite yıllarımda oldukça çok izlediğim Hollywood filmlerinin o müthiş müfettiş sahnelerini hatırlıyorum. Başta aşağıya jilet gibi giyinmiş, oldukça ciddi görünümlü, nadiren gülümseyen bir beyefendinin, elinde büyük bir evrak çantası ile genellikle bir bankanın kapısından içeri girişi ile birlikte çalışanların ve daha da önemlisi patronların bir hayli stresli saatler yaşadığı o meşhur sahnelerden bahsediyorum... Sonra da gözümün önüne, denetim yaptığı şirket/kurum yöneticileri ile şık mekanlarda ya da mükemmel ziyafet sofralarında kanıtları değerlemeyi tercih eden hatta  hoş bir sohbetin ardından işvereni iyi niyetli! bularak; gözlemlenen her uygunsuzluğa ''iyi niyet'' ilkesine bağlı olarak gereğinden fazla hoşgörülü yaklaşan denetmenler geliyor. Üzülüyor, irkiliyor en çokta acıyorum...

     3 .    ''Sistematik bir süreç'' 

      Yani belirli bir zaman dilimini kapsayan, belirli bir yöntemi olan, belirli periyotlarda tekrarlanan düzenli bir süreç.  Yine sorunun kaynağına yani çalışma hayatımıza dönüyorum ve  içerisinde ''sistematik'' bir şeyler arıyorum. Sahi sistematik ne var bizim hayatımızda? Mutlaka duymuş olduğunuzu düşündüğüm ve de çok yerinde bulduğum bir söz var;

   ''Türk gibi başla, Alman gibi sürdür, İngiliz gibi bitir! ''  

    Evet, bir heyecan ve müthiş bir azim ile ''hadi Bismillah'' diyerek başlıyoruz. Başlıyoruz başlamasına da sürdüremiyoruz, başladığımız işi bir türlü bitiremiyoruz. Hepimizin hayatında  bir dönem, pazartesi başlayıp salı akşamı biten diyetler, özenle hazırlanan fakat takip edilmeyen ders planları olduğu gibi, işletmelerimizin de sistemsiz, metotsuz ve ne yazık ki plansız bir çok prosesi(süreci) var. Hak verirsiniz ki, baştan sona sistemsiz bir kurumu, sistemli bir şekilde denetlemek yerine deveye hendek atlatmayı daha yakın bir seçenek olarak düşünebiliriz.


    4.    ''Çıkar ilişkisinde bulunulan kişilere ve DEVLETE hesap verme yükümlülüğü''

    işte bu noktada, işletmelere/ kurumlara hak vermemek elde değil. Hesap soran yok ki hesap versin!! Alan memnun, satan memnun. Müşteri; işim görülsün, ihtiyacım karşılansın da nasıl olursa olsun derdinde. Çalışan; benim maaşım yüksek olsun, sigorta pirimim yatırılsın, kanuna uygun şartlarda çalışayım da diğerleri nasıl çalışırsa çalışsın zihniyetinde. Devlet mi? çocuklar bağırıp çağırmasın da sessiz sedasız isterlerse birbirlerini yesinler diyen ebeveyn misali... Aman komşular duymasın, başımız ağrımasın!!

   Uzun lafın kısası, bir denetim düşünün ki neresinden tutsanız elinizde kalıyor. Körler, sağarlar birbirini ağırlıyor. Görmeyenler, duymayanlar, bilmeyenler hüküm sürüyor.

  Eminim ki bir çok hanede bu durum masaya yatırılıyor, tartışılıyor tartışılmasına ama;

    Amaann şiştttt sessiz olun komşular duymasın !!






16 Ekim 2016 Pazar



                         !!! BENDEN SÖYLEMESİ !!!


   Türkiye'de yakın zamanda yapılmış olan bir araştırmaya göre, iş yerinde mutluluğu sağlayan faktörler şu şekilde sıralanmış;

•    Birlikte çalışılan iş arkadaşları
•    Değerli hissetmek
•    İyi kazanç
•    İyi çalışma saatleri
•    Hafta sonu tatili veya yan haklar
•    Birlikte çalışılan yönetici
•    Az stres
•    Saygın bir çevrede çalışmak
•    Üretken bir iş çevresine sahip olmak
•    İşyeri lokasyonu

   Araştırma sonuçlarının sırasına yüzde yüz katılmıyor olsam da ilk sıradaki faktör olan ''iş arkadaşları'' konusunda hem fikirim. Şimdi bir düşünün; haftanın altı günü günde sekiz saatten hesaplayacak olursak - ki özel sektör çalışanları için sekiz saatlik mesai neredeyse bir ütopya-  48 saatinizi işyerinde geçiriyorsunuz. Haftayı bir kenara koyalım, bir gün içerisinde on iki saatlik gündüz süresinin minimum sekiz saati işyerinizde, iş arkadaşlarınızın arasındasınız. Bir çoğumuzun aile bireyleri ile bu kadar vakit geçirmediği bir gerçek. Hal böyle olunca, işyerindeki psikolojik durumunuzun, iş tatmini ve motivasyonunuzun büyük ölçüde iş arkadaşlarınıza bağlı olduğu gerçeğini görmezden gelemeyiz.

   Araştırmada öne çıkan bir başka konu ise, katılanların üçte ikisi daha iyi bir teklif alsalar bile saygı duyuldukları ve sevildikleri iş ortamına sahiplerse bu teklifi geri çevireceklerini belirtmesi. Türkiye’deki benzer araştırmalardan örnekler veren Davranış Bilimleri Enstitüsü’nden yapılan açıklamalarda; iş yerine bağlılığı yüksek olan kişilerin %86’sının iş arkadaşlarıyla daima veya genellikle olumlu etkileşim içinde olduğu belirtiliyor. İş arkadaşlıklarının iş ortamının daha olumlu ve güvenli olmasını sağladığına da dikkat çekiliyor.

   Elbette ki sorumluluk alanının farkında olan, ruh hali ve dengesi sağlam, karakterli, çözüm odaklı bir iş arkadaşı, aynı ortamda çalışan diğer bireyleri de benzer şekilde davranış geliştirmeye yöneltiyor. Buraya kadar her şey açık ve net; İş arkadaşı, motivasyon üzerinde oldukça etkili!

   Peki, Türkiye'de her ÜÇ özel sektör çalışanından İKİSİ  ''işyerinde mutsuz çalıştığını'' ifade ediyor ve bu bir takım nicel ve nitel verilerle de destekleniyorsa, bizim sorunumuz ne? İşte cevap;

  1. Çalışanların bir biri ile pozitif bir etkileşim içerisinde bulunmasına alerjisi olan İŞVERENLER.
  2. Çalışma arkadaşlarının, huzur içerisinde işlerini yürütmesine alerjisi olan İŞ ARKADAŞLARI.
   Abartıldığını düşünmeyin sakın zira bu ülkede, yalnızca patronlarının tutumu ve ön yargıları nedeniyle, aynı işyeri içerisinde bulunup farklı departmanlarda çalışan bireylerin birbirlerine günaydın demeye çekindiklerini görmeniz mümkün. Ya da işvereninizin sizi, bir başka çalışana nazik davranırken görmesiyle birlikte; o çalışanı kayırmak ile suçlanmanız da yaşanma ihtimali hayli yüksek bir olay. Genellikle mesai saatleri dışında, işyerinden arkadaşlarınız ile görüşüp görüşmediğiniz, kimler ile ne sıklıkta bir araya geldiğiniz, gün içerisinde farklı bir departmana girip girmediğiniz hatta öğle yemeğini hangi iş arkadaşınız ile yediğiniz bile bir gözlem konusu olabilir. Ne yazık ki tüm bu tutum ve davranış eğiliminin sonucunda pek çok işveren kendi çabasıyla; paranoyak, geçimsiz, mutsuz ve verimsiz personellerden oluşan bir topluluğun lideri olup çıkıveriyor.

   Diğer bir konu da çalışma arkadaşlarınızın tutum ve davranışları. Bu durumun çok daha ciddi boyutlara ulaşabildiğini belirtmek isterim. Öyle ki, iş mahkemelerine taşınan mobbing davalarının neredeyse %80'inini, ''iş arkadaşı'' kökenli davalar oluşturuyor. Çoğu zaman mobbinge uğradığınızın farkında bile olmamanız da cabası.

   Yüksek Lisans eğitimim esnasında incelemiş olduğum bir mobbing davasını örnek göstermek isterim.

   İlgili davada davacı çalışan; iş arkadaşı ile aynı vasıflara sahip olması, aynı görev tanımına bağlı çalışması ve aynı ücreti almasına rağmen tüm iş sorumluluğunun kendi üzerinde olduğunu, iş arkadaşının sorumluluk almaktan kaçındığını, işten kaytarma eğilimi içerisinde bulunduğunu, mesai saatleri içerisinde sürekli özel telefon görüşmeleri yaptığını ve çalıştığı esnada kendisine sürekli diğer çalışanları kötüleyerek çalışma istek ve hevesini kırdığını belirtiyor ve ekliyordu;  - Bana sürekli ''Bu işyeri çalışılacak bir yer değil, dayanamıyorum, işten ayrılacağım, ben senin yerinde olsam başka bir iş bulurdum, en kötü yer bile buradan iyidir'' diyerek, beni işten ayrılmaya sevk ediyordu. Çalışma hevesim kırıldı, psikolojik durumum, işyerinde bulunmak istemeyecek kadar bozuldu. İş arkadaşım tarafından mobbinge uğradım. Davacıyım...

   İnanın, mobbinge uğradığının geçte olsa farkına varan bu çalışan; kelimesi kelimesine samimiydi. Dava sonucunda, geçerli ve yeterli delili bulunmayan davacı mahkemece haksız bulundu. Kendisine mobbing uygulayan diğer çalışan ise belki de, her fırsatta memnun olmadığını belirttiği işyerinde hiç olmadığı kadar mutlu bir şekilde çalışmaya devam ediyordur, kim bilir?

  Belki de yapmamız gereken şey oldukça basittir. ''İnsan kaynakları yönetim süreçlerini bir kademe daha ileri götürerek, psikoloji ve sosyoloji bilimi ile desteklemek''.
  
   İş görüşmelerini ve mülakatları, insan kaynakları sorumlusu ile birlikte uzman psikolog ya da belki bir sosyolog ile birlikte yürütmeliyiz. Hatta zaman zaman, çalışanlarımıza yönelik, ''çalışma psikolojisi'' konulu anketler, gözlemler ve tespit taramaları yapmalıyız.

   Ne de olsa, bir sepet taze elmanın içerisine karışan ve gözünüzden kaçan küçük bir çürük elma; bir sepet elmayı gözden çıkarmanıza neden olabilir. Benden söylemesi...







11 Ekim 2016 Salı



                                  ........ YOKSUN !


   Caddeleri, sokakları süsleyen kamu spotu kıvamlı afişleri severim. Tabi mantık sınırları içerisinde olduğu müddetçe. Bir kaç gündür; evimin bulunduğu sokakta, alışveriş yaptığım süpermarketin karşısında, hastanelerin giriş-çıkış kapılarında yani insanların muhakkak göreceği her yere asılmış olan bir afiş beni oldukça düşündürdü ve itiraf etmeliyim ki bir hayli sinirlendirdi.

   Çalışma hayatı ile ilgili olan ve üzerinde ''SİGORTASIZ ÇALIŞIYORSAN YOKSUN'' yazan bu afiş her ne kadar çalışma hayatı içerisinde kayıt dışı istihdamın önüne geçmek, insanların sosyal güvenlik haklarının korumaya alınması gibi oldukça önemli konulara değinmek adına iyi niyetle hazırlanmış olsa da hazırlayan kişi ya da kişiler tarafından sorunun kaynağı biraz yanlış anlaşılmış. İşin doğrusu, bu afişi ben hazırlamış olsaydım - ki çok isterdim- afiş üzerinde şu cümleler yer alırdı;

   '' Sigortasız ÇALIŞTI-RI-YOR-SAN yoksun, Sigortasız ÇALIŞ-TI-RA-NA göz yumuyorsan Sosyal Devlet Değilsin! ''

   Çalışma hayatının rutin devinimi içerisinde meydana gelen, çalışma kural ve hukuku çerçevesi dışarısında kalan uygunsuzlukların oluşum sürecini, bir merdivenin basamaklarına benzetebiliriz.

   İlk basamakta şüphesiz ki DEVLET erki yer almaktadır. Devlet, düzenleme yetkisi ile eşitlik ve sosyal devlet ilkesine bağlı kalarak çalışma hayatını düzenlemeli ve sahip olduğu denetim erki ile, sağlanan düzenin devamlılığını, disiplinli bir şekilde kontrol etmelidir. Burada şahsi fikrimi de tüm açıklığı ile belirtmek isterim; çalışma hayatı içerisinde mutlak düzenin sağlanması için kesinlikle, devletin düzenleyici kurallarını daha ağır cezai yaptırımlar ile uygulanması zorunlu bir hale getirmesi gerekiyor. Sanırım bizler ancak katı kurallar ve sıkı bir denetim ile disiplin sağlayan bir milletiz. ''Saldım çayıra mevlam kayıra'' diyerek çıktığımız yolun sonu ne yazık ki bizim için bir anda KAOS ortamına dönüşebiliyor.

   Gelelim merdivenin ikinci basamağına... İkinci basamakta ise, İŞVEREN yer alıyor. Ülkede yatırım yapıyor, ülke ekonomisine katkı sağlıyor, işyeri ya da işyerleri açıyor, onlarca, yüzlerce insan çalıştırıyor, yüzlerce ev geçindiriyor, ülkenin bel kemiğini oluşturuyorsun sonra da kalkıp bir takım maliyetlere katlanmamak adına sigortasız işçi çalıştırıyor ve yaptığın her şeyi kaldırıp çöpe atıyorsun. İşte bu olmadı sevgili kardeşim! Çalıştırmayacaksın! Sigortasız bir tek işçi ÇALIŞTIRMAYACAKSIN! Denetlensen de çalıştırmayacaksın, denetlenmesen de...

   Merdivenin üçüncü basamağında, sosyal çevre yer alıyor. Medya, müşteriler, tedarikçiler... İşletmeleri her konuda baskılayan sosyal çevre, sigortasız işçi çalıştırılması konusunda da üzerine düşen görevi yaparak, işletmeleri büyük bir baskı ile karşı karşıya bırakacak. Bırakacak ki işletmeler, sigortasız çalıştırdıkları her bir işçinin karşılığında daha fazla para, itibar ve güven kaybedeceğini öğrenecek.

   Geldik merdivenin en son basamağına yani kendisine gelene kadar atlanmış her bir kuraldan en çok etkilenen, hakları üzerinde en az söz sahibi olan ''ÇALIŞANA''. Tüm çabası evine ekmek götürmek olan bir çalışan, ailesinin geçimini tek başına üstleniyorsa, başka bir iş bulma gücü de yoksa kendisine sunulan her şartı bir çare kabul ederek çalışacak ve çalışmaya devam edecektir. Siz istediğiniz kadar ''Sigortasız çalışıyorsan YOKSUN'' diye uyarın, o sizi duymayacak, afişlerinizi görmeyecek, görse dahi gülüp geçecektir - benim gülüp geçtiğim gibi- Çünkü siz; daha en başında tüm basamakları atlayarak, bütün hesabı kendisine kestiğiniz zaman yok saydınız onu!

   Haaa bu arada, kişisel olarak sosyal medya üzerinden verdiğim tepkiler dikkate alınmış olacak ki, söz konusu afişler bir bir billboardlardan indiriliyor. Keşke hiç asılmasaydı... Keşke hiç kimse sigortasız çalıştırılmasaydı... keşke... keşke...keşke....