29 Kasım 2016 Salı

Kırk Yıl Hatırlı Sohbetler; ''Matruşka''

 

    KIRK YIL HATIRLI SOHBETLER; ''MATRUŞKA''



   Yakın zamanda, üniversite yıllarımda tanışmış olduğum,sohbetlerine bir türlü doyamadığım ve dinlemekten büyük keyif aldığım bir büyüğüme rastladım. Tesadüf bu ya yıllarını, Hollanda merkezli büyük bir şirketin İstanbul kolunda yönetici olarak geçiren saygıdeğer büyüğüm kendisine ve ailesine biraz zaman ayırabilmek, rekabet piyasasının ezici yoğunluğunda biraz da olsa nefes alabilmek için soluğu Akdeniz kıyılarında almış. Denize nazır bir kafede, keyifle kahvesini yudumlarken rastladığım bu zatı muhteremi bir kahve içmeden bırakır mıyım hiç? Malum, kahve bahane derler..

   Havadan, sudan başlayan sohbet tabi ki dönüp dolaşıp çalışma hayatına geliyor. Başka ne olacaktı zaten, bir yanda mesleğine sevdalı ben diğer tarafta yılların başarılı yöneticisi, hatta tabiri caiz ise yönetim kurdu! Bir kaç dakika geçtikten sonra benim mesleğime nasıl bir tutku ile bağladığımı hemen anlıyor tabi;

   - Eee Eda'cığım, insan yaptığı işi severek yapıyorsa anca o işin hakkını verebilir. Eğer bu ülkede her işin, her görevin hakkı veriliyor olsaydı şu anda Türkiye ve Türkiye ekonomisi için bambaşka şeylerden konuşuyor olabilirdik.

   -Herkes yaptığı işi sevemiyor tabi kaldı ki herkes sevdiği ve yetenekli olduğu mesleği seçemiyor bile bu ülkede. Başta eğitim sistemimiz izin vermiyor buna. Yalnızca konu komşu ne der mantığı ile puanının yettiği ama kapsamını hiç bilmediği bir bölüme yerleşen gençlerin sayısı dudak uçuklatabilir. Diyelim ki bu gençler bir şekilde adapte oldu o mesleğe, o vakit de şirket yönetim politikaları hevesleri kursaklarda bırakıveriyor. Yönetim zor zanaat, hele ki liderlik...

   -İşte burada çok haklısın, iyi bir yönetici adildir ve adaleti ile insanların memnuniyetsizliklerini dengeleyebilir. İyi bir lider ise, adaleti insanların kendi vicdanlarına teslim eder. Böylece insanların özdenetimini ve özgüvenini harekete geçirir. Kötü yönetici ya da lidere gelince; o adeta adaletten bi haberdir. İnsanların ruhlarını yorar, özgüvenlerini ve inançlarını kırar.  Ancak insanları iyi yönetebilmek, bu cümleleri kurmaktan çok daha zordur. O yüzden biraz daha insaflı eleştirmeli ...

   - Sahi, siz bu işi yıllardır yapıyorsunuz. Açıkçası birlikte çalışmamış olsak da, iyi bir insan olduğunuz kadar iyi bir yönetici hatta lider olduğunuzu düşünüyorum. Bir yönetim anlayışına ''yanlış'' ve bir yöneticiye ''kötü'' diyebilmem için, iyi bir yönetimin ve yöneticinin nasıl olması gerektiğini de bilmem gerekir. (Gülüyor..)

   - Yönetim bilimlerinin ve sosyal bilimlerin en zor yanı, genel geçer kavramların azlığıdır. Matematik değil ki formülünü vereyim ve sen 2'nin yanına her 2 ekleyişinde 4 eder diyebilesin... Mümkün değil!  Bazı şirketler faaliyet alanı ve şartları sebebi ile daha katı bir yönetim anlayışı gerektirir. Bazıları ise profesyonel bir esneklik ister. Farklı, çok farklı.. Ama yinede iyi bir lider için ayırt edici bir kaç şey söyleyebilirim;
  • İyi bir lider/ yönetici öncelikle VİZYON sahibi olmalı, yönünü yolunu çok iyi bilmeli. Yoksa; nereye gitmek istediğini bilmiyorsa ve gitmesi gereken istikameti netleştiremiyorsa peşinden onlarca insanı nereye götürecek? Yol haritana güvenemiyorsan; hiç kimseden, seni takip etmesini isteme hakkın yok.

  • Öyle her şeye müdahale etmeye kalkmayacak. Kötü bir lider/yönetici tüm yönetim sürecinin kilit noktasında olandır. Hani onu oradan çekip alıversen maazallah işletmenin çarkları duruverecek. Olan bitenden hemen haberdar olmak ve ne yapılması gerektiğini kendisi belirlemek ister. Büyük önderler ise işlere ne zaman müdahale etmeleri gerektiğini, ne zaman ise akışına bırakmaları gerektiğini çok iyi bilir. Üstelik bu doğrultuda baktığında kötü bir yönetici olmak gerçekten yorucu bir iştir. Telefonların asla susmaz. Her dakika biri ya da birileri, şirkette yaşanan bir sorunu anlatmak ya da ne yapacağını sormak için olur olmadık yerde başını ağrıtabilir... (İkimizde gülüyoruz...)

  • İyi yöneticiler, insanlara doğru bildiklerini yapma şansı verir. Maalesef bu bizim toplumsal sorunumuz Eda'cığım. Eğer sen oturduğun koltuktan bir mühendise işini nasıl yapacağını anlatmaya kalkıyorsan - tabi sen de bir mühendis değilsen- ilerleyemez, büyüyemez ve ondan verimlilik bekleyemezsin. Çünkü elindeki insanı tam kapasite ile kullanamıyorsun bile daha... Bıraksan belki de yılın mühendisi olacak, ödüllere layık bir iş yapacak ama sen izin vermedikten sonra içinde cevher gömülü insanları işe almanın hiç bir anlamı yok öyle değil mi?
   -Eğer öyle ise; sanırım,  ben henüz iyi bir yönetici ile karşılaşamadım!

( Daha yolun çok başındasın diyerek bu gelişigüzel tepkime, uzunca bir kahkaha atıveriyor ve devam ediyor)

   - Çok başarılı bulduğum ve kitaplarını okumaktan büyük haz aldığım İngiliz reklamcı David Ogilvy'i örnek vereceğim sana. Kitaplarında; yaşamı boyunca sadece kendinden daha zeki olan insanları işe almaktan yana olan bir insan olduğunu vurguluyor. Hatta  mesleğim henüz başlarındayken okuduğum bir bölüm oldukça ilgimi çekmişti.

Her zaman ofisinde bir Rus matruşka bebeği bulundurduğu yazıyordu. Bebeğin ofiste olma sebebi ise;
Gerektiğinde insanlara bu bebeği göstererek, “Eğer biz, kendimizden daha küçük insanları işe alırsak cüceler şirketinden başka bir şey olamayız. Ama, eğer her birimiz, kendimizden daha büyüklerini işe alırsak, bir devler şirketine dönüşürüz.” mesajını verebilmek şeklinde açıklanmıştı. Zekice bir anlatım değil mi?

   - Eee reklam da onun uzmanlık alanıymış. Herkes uzman olduğu şeyi yapabilmeli demiştik.. Bu kısmı çok iyi öğrendim, algıda seçiciliğe güzel bir örnek teşkil ediyorum. ( yine uzun bir kahkaha atıyor.)

Son olarak;
  • iyi bir yönetici; insanı etten ve kemikten bir varlık olarak görmeyi bir kenara bırakmalı. Ruh doymadan göz de doymaz! İnan bir insanın ruhunu doyurmak, gözünü doyurmaktan çok daha maliyetsiz ve karlıdır. Büyük Okyanus'un güneyinde bulunan Solomon adalarını duymuş muydun? Orada yaşayan yerlilerin ilginç bir ağaç kesme yöntemi varmış. Teknolojik nimetlerden mahrum olan bu yerliler, baltayla kesemeyecekleri kadar kalın bir ağacı üfleyerek deviriyorlarmış… Şaka değil, üf-le-ye-rek. Baltayla deviremeyeceklerini düşündükleri ağacın karşısına hep birlikte dizilip bir ağızdan ağaca kötü sözler fısıldıyorlarmış. Bunu yaparken her bir ağacın içinde bir ruh taşıdığına inanıyorlarmış. İnanç işte... Kötü fısıltıların bu ruhu gücendirip ağacı terk etmesini bekliyorlarmış. Ve haklı da çıkıyorlarmış. Bir süre sonra ağaç kurumaya yüz tutuyor, ardından da devriliyormuş. İnanmak zor olabilir hatta benim gibi gülüp geçenlerde olmuştur… Ancak burada önemli olan olayın gerçekliği değil, keşke herkes o yerlilerin ağacın içinde farz ettiği ruhun insanlarda da olduğuna inanabilse. İşte o zaman, kendimizi iyi bir insan ve iyi bir yönetici olma yolunda koskoca bir adım atmış sayabiliriz Eda'cığım.
Her ne kadar istemesem de muhabbetin sonu geldiğimizde, harika bir kahve sohbetinden daha fazlasını aldığıma inandığım bu keyif dolu bir saat için kendisine teşekkür ederek, oteline uğurluyorum. Ardından kendime bir kahve daha söyleyip, iki soru ile baş başa kalıyorum;

     1. Artık, kötü bir yönetim anlayışı ile iyi bir yönetim anlayışı arasındaki farkı, gereğinden fazla zaman kaybı yaşamadan anlayabilir miyim?

     2. İleride bir gün, kötü bir yöneticiyi eleştirebilecek kadar iyi bir yönetici olabilir miyim?

Ben kendi cevaplarımı biliyorum, peki ya siz?




26 Kasım 2016 Cumartesi

''Kahvaltılık Stratejiler''

                𝓚AHVALTILIK 𝓢TRATEJİLER 


   Savaş, strateji ile kazanılır.
   Spor müsabakaları, strateji ile kazanılır.
   Statü, strateji ile kazanılır.
   Müşteri, strateji ile kazanılır.
   İtibar, hop işte burada bir duralım...

   Evet, doğru stratejiler geliştirerek itibarınızı destekleyecek, kuvvetlendirecek güzel işler yapabilirsiniz. Lakin;

  ''Biz iyi bir strateji belirleriz, uygularız,uygulatırız ve itibar sahibi oluruz'' diye düşünenlerdenseniz, üzgünüm yanılıyorsunuz. Neden mi? Çünkü, bir savaşın belirli tarafları vardır, birde belirli sebepleri ve amaçları. Sizin içerisinde bulunduğunuz taraf ve düşman/düşmanlar ... Maddi, manevi, hukuki, siyasi, kültürel sebep/sebepler... Bir futbol maçında da taraflar bellidir ve amaçta öyle. Statü kazanmak için çalışması, gayret göstermesi gereken kişi bellidir. Müşteriyi ve müşteri sadakatini kazanmak için kimin isteklerine yöneleceğinizi bilirsiniz fakat itibar öyle bir kavramdır ki, kazanmak için kimin isteklerine yöneleceğinizi bilemez, kimin başarısına ve ya hatasına daha fazla önem vermeniz gerektiğini kestiremezsiniz. Yani bir yol haritası çizmeniz çok zordur. Dört dörtlük çizilmiş bir yolda ilerlerken, yolunuzun sınırlarında bile bulunmayan bir kayanın yuvarlanıp yolunuzu kapatması, hiçte öyle imkansız bir durum değildir. Demek istediğim şu ki; itibar, oldukça fazla bileşene sahip bir kavramdır.  Etki alanının genişliği kadar, etkisi altında şekillendiği faktörlerin sayısı da çoktur. Bu yüzden; bireysel ve kurumsal itibar yönetimi alanlarında ve bu alanların doğal, tamamlayıcı ve ayrılmaz bileşenleri olan halkla ilişkiler, iletişim, etik, marka-patent, reklamcılık, medya, insan kaynakları, kariyer, kamuoyu araştırmaları, danışmanlık, strateji, uluslar arası ilişkiler, kurumsal sosyal sorumluluk, sponsorluk, internet, sosyal ağlar, kurumsal vatandaşlık, çevrenin korunması, risk yönetimi, yönetişim, girişimcilik ve liderlik konularının tamamı ile alakalı anlık değişimler, olağanüstü durumlar karşısında esnek olmak durumundasınız. O halde ilk olarak; sizin için doğru anahtar kelimenin strateji olmadığı konusunda anlaşalım. Sonra gelelim doğru kelimeye; KÜLTÜR.

   Yönetim gurusu PETER DRUCKER' ın o can alıcı cümlesi ne de güzel ifade ediyor her şeyi;

                                      ''Kültür, stratejiyi kahvaltıda yer'' **

   Öyle ya, itibar üzerinde doğrudan ve dolaylı olarak etkisi bulunan bileşenlere yeniden bir göz atarsak, hepsinin kurum kültürünün ve toplumsal kültürün bir parçası olduğunu rahatlıkla görebiliriz ki kültür, kurmuş olduğunuz her stratejiyi tek hamle ile bozabilecek kadar güçlü bir kavramdır.

   Her şeyi dört dörtlük yapmaya çalışan, detaylı bir şekilde planlanmış stratejilere milyon dolarlık yatırımlar yapan dev şirketleri bir düşünelim;

   Mükemmel kalitede bir ürün piyasa sürebilir, mükemmel bir lansman yapabilir hatta muazzam bir hedef kitleye ulaşabilirler ancak, çalışanlar arasında çok basit bir çıkar çatışması sonucu yaşanabilecek küçük hatta küçücük bir pürüzün kurum dışına yansıması; mükemmel bir ürün ya da hizmet ile kazanılan prestiji saniyeler içerisinde yerle bir edebilir. Ya da, dört dörtlük bir personel politikasına sahip bir şirket hayal edelim; mutlu personel, eksiksiz hizmet ve mutlu müşteri tablosunu elde etmeyi başarmış bu şirket, hammadde temin ettiği tedarikçi firma hakkında gazetede çıkan olumsuz bir manşet ile itibar kaybı yaşayabilir. Satış- pazarlama birimi çalışanlarınız, satış esnasında istem dışı, sizin ürününüze ait olmayan bir özelliği müşterinize vaat edebilir ve bu durum uzun vadede itibarınızı zedeleyebilir. Çalıştığınız iletişim şirketinin, sizin için görevlendirmiş olduğu call-center çalışanının o gün morali bozuk olabilir ve bu durum telefonun öbür ucundaki müşterinize tatsız bir şekilde yansıyabilir vs, vs. ...

   Dahasını tahmin edebilmek güç.

   İtibarınızı bir çırpıda zedeleyebilecek ihtimaller adeta derya deniz ve eğer müneccim olduğunuzu iddia etmiyorsanız; tüm bu tehditleri öngörüp, onlarla başa çıkabilecek bir strateji geliştirebilmeniz de mümkün değil! Ancak, birbirinden bağımsız ve güçlü stratejilerinizi ''Kurum Kültürü'' haline getirebilir ve başta kendiniz olmak üzere; çalışanlarınıza, tedarikçilerinize, müşterilerinize ve tüm komuoyuna sahip olduğunuz kültürü benimsetebilirseniz, işte o vakit itibarınızın da sizin de sırtınız yere gelmez! Çünkü bir stratejinin ya da stratejiler bütününün kültür haline gelmesi, bireylerde; bunlardan her ne olursa olsun taviz verilmeyeceği algısı oluşturur ki bu algıyı yıkmak gerçekten zordur.

    Şayet hala işletmenizin/şirketinizin/kurumunuzun, iç ve dış çevreniz tarafından kabul görmüş, benimsenmiş bir örgüt kültürü yoksa; itibarınızı kaybetmenize sebep olabilecek tehditlere karşı, bağışıklık sistemi zayıf bir insanın hastalıklar karşısında savunmasız olduğu kadar savunmasız durumdasınız. Benden söylemesi! Yine de siz, ''İtibar dediğin nedir ki? Biz hallederiz bir şekilde'' diyorsanız, o sizin bileceğiniz iş, şansınız bol olsun...









** ''Culture eats strategy for breakfast'' Peter Drucker.






15 Kasım 2016 Salı

Siz Hangi Yolun Koşucususunuz? Sosyal Diyalog kavramına bir küçük atıf...




                   SİZ HANGİ YOLUN KOŞUCUSUSUNUZ?


    Batı ülkelerinde endüstri ilişkilerinin başta gelen ortak özelliklerinden biri ''SOSYAL DİYALOG'' kavramına verilen önemdir. Nitekim, bu ülkelerin hemen hepsinde toplumu oluşturan çeşitli kesimlerin, ORTAK HEDEFLERE ulaşılması konusunda çaba göstermeleri ve bu konuda tarafların işbirliğini sağlamak adına bazı kurumların oluşturulmuş olduğu görülmektedir.

   Düşünebiliyor musunuz; adamlar, çeşitli menfaat gruplarının birbirleri ile olan iletişimini dahi kurumsallaştırabiliyorken biz hala pek çok işletmenin kurumsallaşamamasından yakınıp duruyoruz. Her neyse eleştirilerimi temel bilgilendirmenin ardına bırakarak, söz konusu kurumsallaşma ve sosyal diyalog kavramı hakkında biraz daha gevezelik etmek istiyorum. Başta Ekonomik ve Sosyal Konseylerin geldiği bu kurumlaşmanın temeli; karşılıklı anlayış, hoşgörü ve dayanışma içinde ekonomik ve toplumsal sorunlara ortak çözümler üretilmesine dayanıyor. Bir masa kuruluyor, soruna kaynak oluşturan, soruna çözüm üretebilecek, üretilen çözümü uygulayabilecek yani sorundan doğrudan ya da dolaylı etkilenen ya da etkilenebilecek tüm taraflar o masanın etrafında toplanarak ortak bir harekette karar kılıyor. Harika değil mi? Tabi bir de; olması gereken bu değil mi? 

   Avrupa Birliği'nin Ekonomik ve Sosyal Komitesinin kuruluşunda model olarak alınan Fransız Ekonomik ve Sosyal Konseyi bu kurumsallaşma hareketinin en güzel örneklerinden biri olmakla birlikte bugün; Belçika, Lüksemburg, Hollanda, İngiltere, İrlanda, İtalya, Danimarka ve Portekiz'de de böyle bir kurumlaşmaya tanık olabilirsiniz. Kaldı ki sayılan ülkelerin, insani değerlere verilen önem, toplumsal refah ve ekonomik güç konularında da ileri gelen ülkeler arasında yer alması çok ta şaşırtıcı olmasa gerek. Gelelim şu konseylere; bunları, genel olarak milli ekonomi ile ilgili çeşitli çevrelerin temsilcilerinin bir araya geldiği ve görüşlerini dile getirdiği bir meclis olarak düşünebilirsiniz. Genellikle herhangi bir yaptırımı olmayan bu kurumların yetkileri istişari(danışma, fikir alma) niteliğiyle sınırlıdır. Hatta bazı durumlarda konseylere danışılması zorunlu olmaktadır! Tüm bu özellikleri; Yönetime Katılma, Kararlara Katılma gibi mekanizmalar ile işletme düzeyine indirgemek de mümkün tabi.

   Tamam da tüm bunlar neden yapılıyor?

    - Tabi ki değişik ulusal sistemler arasında çalışanların ve işverenlerin tutumlarında kademeli bir yakınlaştırmanın sağlanması ve toplumun ekonomik ve sosyal anlamdaki temel stratejik hedefleri ile bireyler arasında daha fazla uyum ve tutarlılığın gerçekleştirilmesini mümkün kılacak olan ''SOSYAL DİYALOG'' için...

   ''Sosyal diyalog da sosyal diyalog diyerek diline doladın ama bu bizim bildiğimiz diyalog değildir herhalde?'' diye aklından geçirenlere hemen belirtmek istiyorum; evet, gayet sizin bildiğiniz basit bir diyalogdan bahsediyorum aslında, basit olmasına rağmen nedense bizim toplumsal hayatımıza ve çalışma hayatımıza bir türlü yerleştiremediğimiz bir diyalogdan... Sosyal diyalog kavramını uzun uzun tanımlamak yerine, bu kavramın ve ortak hedef belirlemenin önemini kendimce şöyle bir örnekle anlatmak istiyor üstelik böylece sizi tanımlara boğmamış olacağımı umuyorum;

   Oldukça kalabalık bir yolda yürüyorsunuz, hiç tanımadığınız bir adam yavaşça yanınıza yaklaşıyor ve....

   ''Eğer kendisi için 5 km koşarsanız, çok mutlu olacağını hatta bu durumdan maddi ve manevi kar elde edebileceğini'' söylüyor. Yani mutlu olmak ve kar elde etmek için sizden kendisi için koşmanızı istiyor! Kabul ettiğinizi farz edelim; bu sefer de birtakım şartlardan bahsetmeye başlıyor;
  • Yolun sağ tarafından koşacaksın!
  • 8km/sa hız ile koşacaksın!
  • Koşarken falanca renk eşofman ile filanca renk spor ayakkabı giyeceksin!
  • Koşu bitene kadar su içmeyeceksin!
  • Hedefe kadar asla durup, dinlenmeyeceksin!
  • Ayağın takılır da düşersen, bana kaybettiğim karı tazmin edeceksin...!!!!
    HEDEF çoktan belirlenmiş, ŞARTLAR çoktan belirlenmiş, KAZANÇ çoktan sahiplenilmiş üstüne bir de bütün risk SİZE mal edilmiş. Şartları bir başkasına göre belirlenmiş bu koşuda hata yapma şansınız bile yok... Bu garip adamın, teklifini KABUL EDER MİYDİNİZ?

   - Eğer kendinizle ciddi bir probleminiz yoksa zannediyorum bu soruyu ''Asla Kabul Etmezdim'' diye yanıtlardınız. Ancak, bir çoğunuz hatta belki her biriniz, her birimiz ne yazık ki bu garip teklifi KABUL EDİYORUZ!!! Üstelik çalışma hayatına adım attığımız andan itibaren ve çalışma hayatımız süresince; böyle bir sistem içerisinde durmadan KOŞUYORUZ! Koşuyoruz, koşuyoruz...

   Üst yönetimin belirlemiş olduğu hedefler doğrultusunda, durmadan-yorulmadan çalışıyoruz, çabalıyoruz. Hedeflerin gerçekleştirilmesi adına emek veriyoruz ama çoğu zaman hedefin ne olduğundan haberimiz dahi olmuyor.

    Konulan hedeflerin baş aktörüyüz ancak ne yazık ki hiç kimse, işimizi neyin kolaylaştıracağını ya da hedefin ulaşılabilir olup olmadığını bize sormuyor.

   Sorsanız, ORTAK HEDEFLER için çalışıyoruz ancak ortaklık bunun neresinde bilen yok!

   Hem komik hem içler acısı...  

   Hayatında otobüs kullanmayı bir kenara bırakın,  otobüse binmemiş olan bir yönetici; hayatını durmak bilmeden direksiyon sallayarak sürdüren şoföre söz hakkı dahi vermeksizin, otobüs kullanımı, güzergahları ve bakımı ile ilgili talimatlar ve kurallar belirliyor. Mümkün mü? Ülkemizde mümkün... Olabilir mi? OLMAZ, olmamalı...

   Eğer, endüstri ilişkileri sisteminde ve genel ekonomik işleyiş içerisinde barış ve istikrarın sürekliliğini sağlamak istiyorsanız; hedefle ilgisi ve ilişkisi bulunan her sosyal kesime söz hakkı vermek zorundasınız! Aksi halde insanlara, ulaşabileceklerine inanmadıkları hedefler koyabilir ve uzun süre akıntıya karşı kürek çekebilirsiniz. Size de yazık...

   Halbuki çözüm bir ''DİYALOG'' kadar basit.

    Sizi başarıya ulaştıracak tüm kapılar kilitli ise belki de bir çilingire danışmak gerekiyordur ne dersiniz? Belki de gelişmiş ekonomilerin mucizesi ve sırrı bu kadar basittir..  Neticede o konseyler boşa oluşturulmuyor, o uluslar arası bildirgeler boşa yayınlanmıyor öyle değil mi? Kim bilir..


   Belki yönetime katılma, sosyal diyalog, insan onuruna yakışır iş kavramlarını biraz daha yakından tanımak, Dünyada ve ülkemizde ki uygulamalarını birazcık daha detaylı araştırmak isteyebileceğinizi göz önünde bulundurarak bu gün ki Post'umu, Üniversite yıllarımı fikirleri ve emeğe karşı yaklaşımı ile aydınlatmış, Uludağ Üniversitesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri anabilim dalının birbirinden değerli hocalarından;  Prof. Dr. Özlem Işığıçok'a ait birbirinden önemli kitapları sizlere önererek bitirmek istiyorum. Aşağıda görmüş olduğunuz bu kitapları en az benim kadar beğeneceğinizden ve  onlardan maksimum düzeyde yararlanacağınızdan eminim. Diyaloğu bol, verimli ve huzurlu bir çalışma haftası dilerim...






10 Kasım 2016 Perşembe

Anlıyoruz demeyin! Anlamıyoruz, Anlayamıyoruz...( 10Kasım)

ANLIYORUZ DEMEYİN! ANLAMIYORUZ, ANLAYAMIYORUZ...


   Yine aylardan Kasım peki ya günlerden ne? Cevaplamaya dilim varmıyor da; 9 Kasım'ın ertesi diyesim geliyor hep ya da ilelebet eksik kalacağını bildiğim 11 Kasım'ın bir gün öncesi.. 

   Sosyal medya, yerel ve Ulusal basın, Onunla ilgili onlarca anıyı, makaleyi, özdeyişi önüme seriyor bu gün. Bazen şaşırıp, bazen hüzünleniyorum, bazen kızıp bazen gülümsüyorum... Ara sıra tutamadığım gözyaşlarımın elverdiği kadar okuyorum her birini. Ve daha önce bilgi sahibi olmadığım için kendime ağız dolusu sinirlendiğim bir konu çıkıveriyor karşıma! Onun ilke ve inkılapları ile uyumlu çalışma hayatını, insan onuruna yakışır iş kavramını, sürdürülebilir kalkınmayı ve ''sosyal iş-sosyal insan-sosyal devlet'' üçlemesini bu kadar sık irdeleyen hatta tabiri caiz ise bu kavramlar ile yatıp yine onlar ile kalkan bir insan olarak; Atatürk'ün ve onun öz evladı Cumhuriyet'in, halkına, insanına, işçisine bakışını muazzam bir şekilde ortaya koyan bu eserden nasıl haberdar olmam ben?

   Sonra düşünüyorum, evet bulduğum bahane beni haklı çıkarmaz, lakin menfaat sahiplerinin oluşturduğu bir gündemi yaşayan, bireylerin özellikle de işçinin sosyal haklarının kısıtlanmasına göz yuman ve modern köleliğin doğuşunu, gelişimini sorgusuzca kabul eden bir toplum; '' İlk Sosyal Fabrika'' gibi müthiş bir projeyi ne kadar gözler önüne serebilir ki? 

   Elbette ki aranızda bilgi sahibi olan, bir şekilde duyan, öğrenen ve kusursuzluğuna en az benim kadar hayran olan okuyucularım olacaktır ancak benim isteğim; Ulu Önderimiz Atatürk'ün 78 yıl evvel sonsuzluğa karışıp ölümsüz olduğu, bu günde; tasarlayıp Türkiye ekonomisine armağan ettiği bu muazzam projeyi bilmeyen, duymayan tek  bir vatan evladı kalmamasıdır! İşte bu nedenle biraz sonra okuyacağınız Sinan Meydan'ın kaleminden dökülen, Türkiye'nin ilk SOSYAL FABRİKA UYGULAMASI(Atatürk Modeli olarak da bilinir) olan NAZİLLİ SÜMERBANK BASMA FABRİKASI projesinin detaylarını aktaran bu güzel yazıyı sizlerle paylaşmayı; öncelikle, her fikrine hayran olduğum o derin mavi gözlerin sahibine sonra Vatanıma, kendime ve de mesleğime karşı borç bilirim...

   Lütfen sizler de okurken, ülke ekonomimizin bel kemiği fabrikaların, işletmelerin sahip olduğu karakteristik özellikler ile Atatürk Modeli bu sosyal fabrikayı karşılaştırın. 1935 - 2016 ... BİZ NEREDEN, NEREYE GELDİK? Ya da GELEMEDİK?..

......


CUMHURİYETİN DEV PROJESİ: NAZİLLİ SÜMERBANK BASMA FABRİKASI

   Venezuella’daki “Atatürk Modeli Fabrika’ya” esin kaynağı olan fabrika, 1937’de Atatürk tarafından açılan Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’dır. Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, Atatürk’ün kafasındaki “Sosyal Fabrika Projesi’nin” ilk uygulaması olması bakımından çok önemlidir. Atatürk’ün kafasındaki fabrika, sadece üretim yapılan bir mekan değil, aynı zamanda “ar-ge” çalışmalarının yapıldığı bir labratuvar, eğitim verilen bir okul, her türlü sanat ve spor imkanlarına sahip bir kültür kompleksi, kısacası adeta dört dörtlük bir “yaşam alanı”, bir kampüstür. Atatürk, işçilerin yüksek standartlarda, her türlü imkandan yararlandıkları bu “sosyal fabrikaları” Anadolu’nun her yanına yapmayı planlıyordu. Ama bu projesini yaygınlaştırmaya ömrü yetmeyecekti.
   Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, genç Cumhuriyetin Birinci Beş Yıllık Kalkınma Palanı’nın ilk önemli eseridir. Sümerbank’ın kurduğu ilk Türk basma fabrikasıdır. Devlet eliyle kurulan ilk basma fabrikasıdır.
    Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, genç Cumhuriyetin Birinci Beş Yıllık Kalkınma Palanı’nın ilk önemli eseridir. Sümerbank’ın kurduğu ilk Türk basma fabrikasıdır. Devlet eliyle kurulan ilk basma fabrikasıdır.
    Fabrika, Türk-Sovyet ortak yapımıdır. Makineler ve teçhizatların çoğu Sovyetler Birliği’nden narenciye karşılığında alınmıştır. Fabrika kuruluşundaki işçi açığını kapatmak için 120 Sovyet montör ve mühendisi istihdam etmiştir.
   Fabrikanın temelleri 25 Ağustos 1935’te atılmış, yapımı 18 ayda tamamlanmış ve 9 Ekim 1937’de açılmıştır. Bina ve makineler dahil, 8 milyon liraya mal olmuştur.
   Fabrikanın, 28 bin iğ ve 800 otomatik tezgah ile çalışmaya başlaması ve 2.400.000 kilo iplik işlemesi planlanmıştır. Bununla 20 milyon metre basma imal edilecektir.
   Fabrika 15 bin ton kömür yakacaktır.
   Fabrika her gün en fazla 2400 işçi çalıştıracak ve ücret olarak senede 1 milyon lira ödeyecektir.
   Fabrika, beş kısımdan oluşmuştur: Dokuma bölümü, Basma bölümü, Desen bölümü, Gravür bölümü ve Baskı kısmı…Basma, Desen, Gravür bölümünden geçen kumaşlar, Dokuma bölümünde, yarısı elektronik olmak üzere 768 tezgahta dokunacaktır. Günlük dokuma, 62.000 ile 64.000 metre arasındadır. Baskı bölümünde ise 4 baskı makinesi vardır. Burada farklı renk ve desenlerde günlük ortalama 85.000 metre basma yapılacaktır. 
   Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, sosyalist ülkeler de dahil, dünyada görülmemiş bir “sosyal” niteliğe sahiptir. Evet, fabrika kurulurken Sovyet modeli esas alınmıştır, ama genç cumhuriyetin genç mühendisleri Türk devrimine has, çok özgün bir eser ortaya çıkarmayı başarmışlardır. Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, 1930’ların dünyasında bir benzerine daha rastlanmayacak kadar özgün bir “sosyo-kültürel” ekonomi projesidir.

  İşte Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’nın şaşırtan özellikleri:

1.   Fabrika, balolar, danslar ve partiler düzenlemiştir: 1930’ların ortalarına kadar kadınlı erkekli hiçbir toplantıya katılmamış halk, fabrikanın organize ettiği balolar, danslar ve partilerle sosyalleşmiş, özellikle kadın ön plana çıkmaya başlamıştır.
2.   Fabrikada sinema salonu vardır: 1937 yılında 12 bin kişinin yaşadığı bir kentte, bu fabrika bünyesinde 700 kişilik bir sinema salonu açılmıştır. İki defa memurlara, iki defa işçilere ve iki defa da ustalara olmak üzere haftada toplam altı defa film gösterilmiştir
3.   Fabrika Halkevi kurmuştur: Fabrika “Sümer Halkevi” adıyla bir halkevi kurarak halkı her konuda bilinçlendirmeye çalışmıştır. Bir fabrika bünyesinde açılan ilk ve tek halkevi Sümer Halkevi’dir. Halkevinin şubelerinde çalışanların büyük çoğunluğu fabrika işçisidir. Halkevinin, hazırladığı oyunları sergilemesi için fabrika içinde bir sahnesi vardır. Sümer Halkevi biçki-dikiş kurslarında her yıl birçok genç kız meslek sahibi olmuştur. Halkevi civar köylere geziler düzenlemiş, köylülerin sorunlarıyla ilgilenmiş, köylere ilaç ve sağlık elemanı göndererek hastaların tedavisini sağlamıştır.
4.   Fabrikanın korosu vardır: Fabrika çalışanları arasında bir müzik grubu oluşturulmuştur. Klasik müzik seslendiren grup Nazilli, Aydın ve Denizli’de konserler vererek “çok sesli” müziğin Anadolu’da tanınmasını sağlamıştır. Fabrikada yemek aralarında dünya klasiklerinden eserler okuyan bu koro (grup), işçilerin Beethoven zevke ulaşmalarını sağlamıştır. Fabrikada, çalmayı bilen işçilerin kullanımlarına açık bir de piyano vardır.
5.   Fabrikanın hamamı vardır: Fabrika bünyesinde kurulan bir hamam, hem işçilere hem de Nazilli halkına hizmet vermiştir.
6.   Fabrikanın Ressamları vardır: Fabrika bünyesindeki desinatörler belli zamanlarda fabrika dışına çıkarak Nazilli ve çevresinin güzel resimlerini yapmışlardır. Fabrika ressamlarının yaptığı bu tablolar açık arttırmalarda satılmıştır. Resim heykel sergileri de düzenleyen fabrika Nazilli’de güzel sanatların gelişmesini sağlamıştır.
7.   Fabrikanın spor kulübü vardır: Fabrikanın bünyesinde kurulan lacivert-beyaz renkli Sümer Spor, futbol, basketbol, atletizm, voleybol, bisiklet, güreş, yüzme, boks branşlarında faaliyet göstermiştir. Fabrika bünyesindeki Sümer Spor futbol Sahası Türkiye’nin ilk “alttan ısıtmalı” futbol sahalarından biridir. Ayrıca yine fabrika bünyesinde, basketbol, voleybol sahaları, güreş minderleri, boks ringi, tenis kortu ve paten pisti vardır. Nazilli’de toplumsal kaynaşmayı güçlendiren “paten eğlenceleri” ve” bisiklet yarışları” Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’nın mirasıdır.
8.   Fabrika halka bedava basma dağıtmıştır: Bir sosyal fabrika olarak tasarlanan Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, altı ayda bir halka “ıskarta basma” dağıtmıştır.
9.   Fabrikada işçi hakları üst düzeydedir: Çok sayıda işçiyi barındıran fabrika işçi haklarına da çok önem ermiştir. İşçi ve Memur Biriktirme Sandıkları, İşçi Ölüm ve Hasatlık Yardım Sandıkları oluşturulmuş, fabrika içinde işçi sağlığını koruyacak 40 yataklı bir hastane, bir eczane bir de labratuvar kurulmuştur. Nazilli’nin kabusu haline gelen sıtma hastalığı fabrikanın sağlık ekibi tarafından kurutulmuştur. İşçilere mesleki eğitim verilen fabrikada ayrıca işçiler için beş sınıflı bir okuma-yazma kursu, daha doğrusu bir küçük okul vardır. Sümer İlköğretim Okulu adlı bu işçi okulunun 980 öğrenciye sahiptir. Ayrıca bir işçi radyosu ve işçi çocukları için 26 yatak ve 40 mevcutlu bir kreş kurulmuştur. İşçiler ve memurlar, fabrikanın hemen önünde özel olarak inşa edilen 264 dairelik ve 1000 kişilik lojmanlarda çok uygun bir ücretle kalırken, bekar işçiler için 350 kişilik bir “Bekar İşçi Pavyonu” vardır. Lojmanda kalamayan işçi ve memurları şehirden fabrikaya taşımak için düzenli seferler yapan GIDI GIDI adı verilen mini bir tren kullanılmıştır. Fabrika işçilerinin yiyecek ve giyeceklerini temin etmek için fabrika bünyesinde bir kooperatif vardır. Fabrikanın, işçilere hizmet veren güzel ve temiz bir fırını, işçi yemekhanesi, memur kantini ve bir de hamamı vardır.
10. Fabrikanın ar-ge bölümü vardır: Daha fabrika açılmadan fabrikada kullanılacak kaliteli pamukların çevrede yetiştirilmesi için 200 adet modern tohum ekme makinesi satın alınmıştır. Yine pamuk işinde kullanılmak üzere birçok modern tarım aleti ve makinesi bölgeye getirilerek çiftçilere dağıtılmış ve bunları nasıl kullanacakları öğretilmiştir. Fabrika içinde mekanik odası, fizik labratuvarı, tarım labratuvarı gibi ar-ge bölümlerinde, fabrikada yapılacak üretimin kalitesini arttırmak için çalışmalar yapılmıştır.
11. Fabrikanın atölyesi vardır: Fabrikanın büyük bir atölyesi vardır. Bu atölyenin demirhanesi, marangozhanesi, dökümhanesi, kaynak ve teneke işleri yapan bir kısmı vardı. Diğer fabrikaların ahşap parça ihtiyacı olan makine vurucu kolları burada yapılırdı.
12. Fabrikanın elektrik ve su santralleri vardır: Fabrika, bir dönem hem kendi elektrik ihtiyacını hem de Nazilli kentinin elektrik ihtiyacını kendi bünyesindeki bir elektrik santraliyle sağlamıştır. Dört kazan ve üç türbinli olan bu santral, 2500 kw gücündedir. Fabrikanın su ihtiyacını karşılamak için bir de su santrali vardır.


.....


   * Türkiye’de devlet eliyle kurulan bu ilk basma fabrikası olan Nazilli Sümerbank Basma Fabrikasını 9 Ekim 1937’de bizzat Atatürk açmıştır ve Atatürk'ün açılışını yaptığı ilk ve son fabrika olarak tarih sayfalarında yerini almıştır...

  Bu gün, bize bahşettiğin değerlere sahip çıkamadığımız, senin kusursuz projelerini sürdüremediğimiz, senin ısrarla ANLAYIN! demiş olduğun fikirlerini ANLAYAMADIĞIMIZ için affet bizi...



4 Kasım 2016 Cuma

Karamizah da Gelir Bizim Bekçiyi Bulur..


               KARAMİZAH DA GELİR BEKÇİYİ BULUR


   Hikayeleri severim, hikayeleştirilmiş gerçekleri ise çok daha fazla... Bazı hikayeler, gerçekliği o kadar güzel ve çarpıcı bir şekilde anlatıyor ki üzerine bir cümle daha eklemek istesem bütünlüğü bozacağım diye çekiniyor ve vazgeçiyorum. Biraz sonra okuyacağınız hikaye de işte tam olarak böyle bir hikaye. Ağlanacak halimize pervasızca gülebilmek için KARA MİZAH perdesinin ardına sığınıyoruz ya hani, şimdi ben de acımasız ve asabi eleştiri oklarımı koltuğumun altına saklayıp, ağlanacak halimizin mizahın en koyu tonlarından biri ile kaleme alınmış bu hikayeye sığınıyorum. Siz hikayeyi okumaya başlamadan önce, aklınızın bir köşesine küçücük bir soru işareti yerleştirmek istiyorum; '' Gözümüzü bile kırpmadan gözden çıkarabildiğimiz değerlerin gerçekten farkında mıyız? Yoksa Hoca Nasreddin misali bindiğimiz dalı mı kesiyoruz?'' Buyurun; kararı siz verin...


...

Ülkenin birinde, Milletvekilleri bir gün ıssız bir bölgede, büyük ve kendi haline bırakılmış bir hurda yığını deposu fark etmişler. Milletvekillerinden biri demiş ki:
– Buraya göz kulak olacak bir bekçi tutalım buraya sahip çıksın. Birileri gelip buradan bir şeyler almasın.
Böylece birini BEKÇİ olarak işe almışlar. Ertesi gün başka bir milletvekili:
– Bekçiyi almakla doğrusunu yaptık ama bu adama görevinin tam olarak ne olduğunu anlatmadık. Ayrıca işin tanımını yaptıktan sonra adamın eğitime de ihtiyacı var.
Diğer milletvekilleri onu haklı bulmuşlar, böylece bekçinin iş tanımını yapacak bir PLANLAMA DEPARTMANI kurmuşlar, bu departmana iş tanımlarını rapor edecek bir DOKÜMANTASYON UZMANI ile birde bekçinin eğitimi için EĞİTMEN işe almışlar. Birkaç gün sonra başka bir milletvekili sormuş:
– Bekçiyi işe aldık, planlama departmanı kurduk ama bunların performansını denetleyecek birileri lazım.
Böylece çalışanları denetleyecek bir KALİTE KONTROL DEPARTMANI kurmuşlar, bu departmana bir KALİTE KONTROL SORUMLUSU ile çalışanların yaptıklarını rapor edecek 2 tane MÜFETTİŞ almışlar Ertesi gün bir diğer milletvekili demiş ki:
– Bir bekçi ve peşinden bir sürü kişiyi işe aldık ama bunların maaşını neye göre vereceğiz? Bekçiye ne kadar diğer çalışanlara ne kadar maaş verilecek bunun bir düzeni olmalı.
Böylece bir MUHASEBE DEPARTMANI kurmuşlar. Oraya da bir MUHASEBECİ, bir BORDRO MEMURU ve bütün bu insanların çalışmalarını, işe geliş gidiş saatlerini takip edecek bir DENETLEME UZMANI işe almışlar.
Ertesi gün bir diğer milletvekili sormuş:
– Evet bir bekçi işe aldık, diğer departmanları da kurduk, tamam da bunlar kendi başlarına göre mi iş yapacaklar? Bunlara bir müdür lazım gelir. Tabi müdür aldıktan sonra bunun bir de yardımcısı olması lazım.
Diğer milletvekilleri de onaylamış. Böylece bekçi ve departmanlar için  bir MÜDÜR, bir MÜDÜR YARDIMCISI ve tabi bir de bunlar için SEKRETER işe almışlar.
Birkaç ay sonra meclis toplantısında bütçe görüşmelerinde tartışma çıkmış:
– ŞU HALE BAKIN, ÇOK FAZLA HARCAMA YAPILMIŞ BÜTÇEMİZİN 20.000$ ÜZERİNE ÇIKMIŞIZ. BÜTÜN GEREKSİZ HARCAMALARI BELİRLEYİP YARINDAN İTİBAREN AZALTMAMIZ LAZIM.


…ve nihayetinde; tahmin edeceğiniz üzere, bizim olan bitenden bihaber işini yapan BEKÇİ işten çıkartılır....!!


       En nihayetinde hikaye işte, hem de oldukça tanıdık bir hikaye...