25 Ekim 2015 Pazar

Türkiye'de Ömür Boyu İstihdam Mümkün müdür?

Japonlar bunu başaran yegane insanlardır... Bilen bilir lisans eğitimini tamamlamış bir japon genci kendisine seçmiş olduğu mesleki uzmanlık alanında faaliyet gösteren bir firma ile iş hayatına ilk adımı attığında, zorlayıcı bir neden olması haricinde, bu firmada emekliliğe kadar çalışabileceğini bilmektedir. Gerek toplumsal yapı gerek firmaların, eğitilmiş işgücüne vermiş olduğu önem gerekse insanların çalışma hayatından beklemiş olduğu getiriler ve tatmin düzeyi buna olanak tanımaktadır. Kısaca Japon kültürü ve Çalışma hayatı ömür boyu istihdam'ın gerçekleşmesine olanak sağlamaktadır. 

Peki ülkemiz de Ömür boyu istihdam mümkün müdür? 
Maalesef cevabım "hayır" olacak! Ne yazık ki bizim Ülkemizde lisans eğitimini tamamlamış bir gencin ilk işe girişten emeklilik yaşına dek aynı işyerinde istihdam edilmesi pek mümkün olmamaktadır. Bunun bir çok kompleks sebebi olmakla birlikte en temel sebep; çalışma hayatından beklentinin giderek yükselmesi, sosyal ihtiyaçların artması fakat buna karşılık işletmelerde bu beklentileri ve sosyal ihtiyaçları karşılayacak alt yapının ve yönetim bilincinin bulunmamasıdır! 
20-45 yaş aralığındaki bireylerin verimli bir şekilde çalışıp, maksimum üretimi gerçekleştirebilecegi çalışma süresi, yasada da belirtildiği üzere 8 saattir ve bu 8 saat içerisinde 1 saat dinlenme süresi muhakkak olmak durumundadır. Fakat ülkemizde faaliyet gösteren firmalarda yerleşmiş olan "çalışma mantığı" doğru olanın çok uzağındadır. Bir cok isveren işcisine vermiş olduğu asgari ücret ile işcisinin gecesini, gündüzünü, haftasonunu, sosyal hayatını, aile yaşantısını elinden alabileceģi inancına sahiptir. Bu nedenle kendisini yetiştiren ve mesleki becerilerini arttıran işgücü, sosyal imkanları daha cazip bir iş olanağı bulduğunda değerlendirmekten çekinmemektedir. Bu nedene bağlı olarak ülkemizde işine ve işyerine sadakatla bağlı işgücü sayısı neredeyse yok denebilecek kadar azalmıştır. Bizim çalışma kültürümüzü, japonlardan ayıran en temel faktör işte budur. Neyin, nelerin ya da kimlerin değişmesi gerektiği konusunda yorumu siz değerli okuyucularıma bırakıyorum lakin bana fikrimi soracak olursanız; Japon çalışma düzeni ve disipline ulaşmak icin daha kırk fırın ekmek yememiz gerektiğini belirtmeliyim.

Şimdiden hepinize iyi bir hafta dilerim...

20 Ekim 2015 Salı

REFERANS HAKKINDA NE BİLİYORUZ?

Bir iş başvurusunda başvuru formunun Sonunda yer alsa da, özgeçmişin en can alıcı noktasıdır referans. Etkili bir özgeçmisin, en az özgeçmiş kadar etkili ve dolu bir "referans" kısmı bulunuyorsa, başvurduğunuz iş için diğer adaylardan şanslı olduğunuzu rahatlıkla söyleyebilirim. Ancak doğru bir Referans' ın ne olduğunu ya da ne olmadığını biliyor muyuz?
Literatürde "başvurulacak kaynak" olarak geçen referans kelimesi, iş hayatı içerisinde kişinin başvurduğu pozisyona uygun olup olmadığı konusunda fikir danışılan kişi olarak ifade edilmektedir. Nitekim bir işe başvururken, göstereceğimiz referansın başvurulan pozisyon için uygun olduğumuzu müstakbel işverenimize ikna edici bir şekilde ifade edebilmesi gerekmektedir. Keza kişinin mesleki statüsü bu ikna kabiliyetini destekler nitelikte olmalıdır. Aynı zamanda kişinin bize referans olabilmesi için bizim söz konusu pozisyon ile ilgili sahip olduğumuz birikimi gözlemlemiş olması gerekiyor. Örneģin, bir işletmenin insan kaynağı departmanı için iş başvurusunda bulunan kişi referans olarak, bir önceki çalıştığı işyerinin insan kaynakları sorumlusunu referans gösterebileceği gibi lisans eğitimi sırasında ilgili alan hocalarından birini de rahatlıkla gösterebilir. Gelelim uygulamaya... biz işbaşvurularımızda kimleri referans gösteriyoruz?  Cevap tabiki trajikomik; 

  • Iyi bir mesleğe sahip fakat hakkımızda hic bir mesleki bilgiyé sahip olmayan bir tanıdık..
  • Şirket sahibi amcalar, banka müdürü dayılar, danışman halalar, kamu kuruluşlarındaki arkadaşlar...
  • Kurumun tedarikçi firmalarından birinin yöneticisi...
  • Kurumla ekonomik ve ticari bir ilişkisi bulunan hemen hemen herkes... 
Evet,uçan kuştan kaçan böceğe kadar abartısız herkesi referans gösterebiliyor, sınır tanımıyoruz. Ama yanlış yapıyoruz arkadaşlar, hem de çok büyük bir yanlış... dilerim okuduğunuz bu yazıdan sonra "Referans" nedir sorusuna daha net bir cevap bulabilmişizdir. Tabi son olarak, hayatta ki en büyük referansın bu zamana kadar yapmış olduklarımız olduğunu da unutmayalım...

16 Ekim 2015 Cuma

 Umursamaz Filler ile Kendi Bacağından Asılan Koyunlar;


Aksak Timur'un Anadolu'yu işgalinde, ordusunda filler de varmış. Bunlardan birini, tarlada hizmet amacıyla köylülere armağan etmiş. 
Fil, tüm ekinleri talan etmeye başlayınca, köylüler soluğu, Timur ile arası iyi olan Nasrettin Hoca'nın yanında almışlar.
-Bu fil bizi mahvedecek. Timur'a gidip, fili geri almasını bizim adımıza rica edebilir misin, ya Hoca?
Nasrettin Hoca düşünmüş, taşınmış. Bu adamlara da bir türlü güvenmezmiş...
-Tek bir şartla! demiş. Benimle birlikte Timur'un otağına varacaksınız; ben de sizin adınıza konuşacağım.
Köylüler kabul etmişler. Birlikte Timur'un otağına varmış, huzura kabul edilmişler... Daha doğrusu Nasrettin Hoca öyle sanmış. Astığı astık, kestiği kestik Aksak Timur seslenmiş:
-Söyle Hoca, dileğin nedir?
-Ben köylünün adına geldim, efendimiz! demiş Nasrettin Hoca. Onların derdine tercüman olmaktır dileğim. Diyorlar ki...
Nasrettin Hoca, kolunun çemberi ile köylüleri işaret etmek üzere şöyle bir yarım dönmüş ki; o da nesi? Ardında hiç kimse yok!
Yarı bele kadar eğilmiş ve:
-Diyorlar ki, diye devam etmiş... armağan ettiğiniz fil, öyle hayırlı, uğurlu ve yararlı bir hayvanmış ki... Ondan bir tane daha köye armağan etmenizi talepten utanç duyuyorlar. Kerem edin, köyümüze bir tane daha gönderin!

Çocukluğumdan beri anlatılan bu hikayeyi iş hayatına girdiğimde çok daha iyi anladım. Gördüm ki işletmelerde, işverenlerin ve çalışma arkadaşlarının iyi niyetini sürekli olarak suistimal eden, yapıcı olmaktansa yıkıcı olmayı, birleştirici olmaktansa ayrıştırıcı olmayı tercih eden filler her zaman var olacak. Aynı zamanda bir şeyler üretmeye çalışan, çalışkan, verimli, uyumlu, kendini, kendi bacağından asmayı öğrenmiş kuzular ve birilerinin özgüveni, işe bağlılığı, yaptığı işin hakkını verebilme yeteneğinin ardına sığınmaya çalışan sözüm ona cin fikirliler de olacak tabi... Asıl mesele tüm bunları yolun başında görmek. ,tanımak... Asıl mesele; yaşadığınız her problemi kendinizi bir adım öteye taşımak için kullanabilmek. Ve Asıl mesele, bir gün Timur'un karşısına Nasrettin hoca edasıyla çıkabilmek... Tecrübeyle sabit.  Herkese sağlıklı, huzurlu ve tecrübelerini muhasebe edebileceği upuzun bir hafta sonu dilerim.



12 Ekim 2015 Pazartesi

ŞEKER TADINDA BİR "MESLEĞE MERHABA" HİKAYESİ;

Üniversite sınavına hazırlandığım yıllarda işçi ve işveren arasında ortaya çıkan ya da çıkabilecek sorunlarda resmi olarak arabuluculuk yapan bir zat-ı muhterem ile tanıştım. O zamanlar bu kelimenin bir meslek alanı olduğunu bilmiyor sadece oynadığımız oyunlarda küsleri barıştıran arkadaşlarımıza takmış olduğumuz isimden ibaret sanıyordum. Bu nedenle bir arabulucunun resmi olarak ne yaptığını oldukça merak etmiştim. Hemen bir iş arabulucusunun ne iş yaptığını sordum.

"Şimdi bir işveren ve bu işverene bağlı çalışan bir işci var. Işveren bu iş yerini açık tutarak, hizmete devam etmez ise işçi işsiz kalacak şayet işçi, iş yerinden ve ya işverenden memnuniyetsizlik duyarak işini bırakırsa bu sefer de işverenin işleri aksayacak, hizmet veremeyecek ve işyerini kapatmak durumunda kalacak. İşte ben bu denge durumunun bozulması halinde iki taraf arasında anlaşma sağlamak için çalışıyorum..."

 Gayet net olan bu açıklama o zamanlar benim için son derece karmaşık gelmiş olacak ki anlamadım. Şaşkın bakışlarım gözünden kaçmadı tabiki.

 "Dur sana başka bir örnek vereyim. İki çocuk var, ikisininde ikişer şekeri var ama ikiside bir diğerinin elindeki şekerler için ağlıyor. Bende ikisinin elinden de birer şeker alıp birbirlerinin şekeri ile değiştiriyorum. Ikisinde de yine ayni lezzette, aynı boyda iki şeker var. Şeker sayısı değişmedi ama başka bir şey deģişti. Artık ikisi de memnun. İkiside ağlamıyor. Işte benim işim tam olarak bu. Mevcut durumda çok fazla bir değişikliğe ihtiyaç duyulmadan yani şeker sayısını arttırmak ya da azaltmak zorunda kalmadan önce  iki tarafı da memnun edecek yolu bulmak"

bu örnek o kadar hoşuma gitti ki tam o gün mesleğimi seçtim, yolumu belirledim. Bir gün mutlaka iş hayatı içerisinde işveren ve işçi ilişkilerinin tam ortasında yer alacaktım. Mevcut imkanları zorlamadan iki tarafıda memnun etmeninBir yolunu bulacaktım. 5 yıl sonra bu gün,  insan kaynakları uzmanı olarak tam da istediğim noktadayım. Fakat bir şeyi çok iyi biliyorum, Türkiye de isci ve isveren arası uyuşmazlıklar pekde öylr şeker tadında değil ee haliyle çözüm de bu kadar basit değil.. yine de ben bulunduğum yerde olmaktan mutluyum. Duygularımın, mantığımın ve yasaların izin verdiği ölçüde mesleğimi layıği ile yerine getirmeye devam edeceğim..

8 Ekim 2015 Perşembe

 Ne yapsak, Ne etsek Sorumluluk Almasak?

Çalışma hayatının belki de en sinir bozucu sorunsallarından bir tanesi "sorumluluk almayı İnatla! reddetmek" olsa gerek... anlamadım, anlayamayacaģım. Bir işin organizasyon aşamasında, ilgili tüm departmanların söyleyecek, ekleyecek bir sözü muhakkak bulunur. Fikirler havada uçuşur... herkes süpermen edasıyla her işe koşabileceğini, verilen her görevi üstlenecegini söyler durur. Gelelim görev dagılımına; 
  • Yok yok onu ben yapamam başım kalabalık,
  • Zaten onlarca işim var bunu da başkası yapsın,
  • Onuda mı ben yapacağım?
  • ......... departmanı ne işe yarıyor?
  • Bana hiç bakmayın,
  • Anlasam yaparım ama.... 
Duyabileceginiz cümleler bahaneler gibi uzar gider... işte bu nedenle bir IK'cı olarak, kurum içi performans ölçümlerinin; "sorumluluk alıp yerine getirebilme oranı" kıstas alınarak yapılmasından yanayım. Azmeden herkes bir seyi basarıyla sonuçlandırabilir ama herkes sorumluluk alıp bu sorumluluğu yerine getirebilme konusunda aynı azmi ve başarıyı gösteremeyecektir. Sorumluluk almaktan kaçınan çalışan benim için,performans notu düşük bir çalışandır.
Ne yapsak ne etsek de sorumluluğu başkasına yüklesek'cilerden olmaktansa yapabilme gücünüzle doğru orantılı bir şekilde sorumluluk alın ve bundan korkmayın. Unutmayın üstlenilen her sorumluluk +1 performans puanıdır...

6 Ekim 2015 Salı

Tehlike Geliyorum Der Ama... "Kulaktan Kulağa"

Bir işletme ya da kurum, en büyük ekonomik krizleri atlatabilir, ekonomik konjonktüre direnebilir, siyasi baskı ve zorlamaların üstesinden gelebilir, vahşi rekabet ortamında hayatta kalabilir de personeli "kulaktan kulağa konuşmaya bir başladı mı, işte o zaman kuyunun dibini görür" derdi dedem... eskiler bir şeyleri biliyorlar da söylüyorlar. Zaten tecrübe dediğimiz şey de böyle kazanılmıyor mu? Önce büyüklerimden dinledim, sonra iş hayatına dahil oldum, gördüm, duydum, yaşadım... insanoğlu, her biri kendine özgü bir kişiliğe sahip bir varlık elbetteki buda merak uyandırıyor.  Mesela ben Albert Einstein' ın "sen yapamazsın" demelerine rağmen Atomu nasıl parçaladığını hep merak etmişimdir? Ya da iş hayatından bir örnek vermek istersek; bu gün Muhtar Kent'i Cocacola'nın Ceo'su yapan değerleri... Ama hiç bir zaman, aynı iş yerinde birlikte çalıştığım bir arkadaşımın ne kadar maaş aldığı, işe girerken hangi şartları kabul ettiği ya da etmediği ilgi alanıma girmemiştir. Girmemelidir de! Iş dünyasında her birey, kendi şartlarını kendi yaratır ve olaylara kendi penceresinden bakar. Ne zaman ki kulaktan kulağa fısıltılar başlar işte o zaman ne çalışma düzeni kalır, ne çalışma etiği ne de huzuru... kulağa fısıldayan insanlar, çalışma hayatı içerisinde asla olmaması gereken HASTA RUHLU insanlardır. Bu insanlara kulaklarınızı kapatın. Kendi çalışma düzeninizi oluşturun ve kimse için bu düzenden taviz vermeyin. Kendi otokontrol sisteminizi oluşturun. Bir başkasının sizi denetlemesine gerek kalmadan siz kendinizin denetçisi olun. Patron varken karınca, patron yokken Agustos böceği havasına bürünüvermeyin". En önemlisi, onu bunu bırakın kendiniz için çalışıp, kendinizden sorumlu olup, kendi şartlarınızı yaratın. İnsan hayatta yaşı kadar değil, aklı kadar olgundur o halde başka akıllara çığırtkanlık yapmayın. Dedikodusuz, verimli, huzurlu, güvenilir bir çalışma ortamı dileyen tüm takipçilerime güzel bir hafta dilerim...

2 Ekim 2015 Cuma


''STAJYERLİK Mİ?''

Staj; dilimize Fransızca'dan girmiş bir kelimedir. Literatürde, ''herhangi bir meslek edinecek olan kimsenin geçirdiği, uygulamalı öğrenme dönemi ve bu kimsenin kendi meslek bilgisini arttırmak amacı ile bir kurumun, bir ya da BİRÇOK bölümünde çalışarak geçirdiği dönem'' olarak geçmektedir. Buna istinaden rahatlıkla, STAJYER ise kendine seçmiş olduğu meslek ile ilgili bir şeyler öğrenmek, mesleki bilgi ve yeterliliğini arttırmak isteyen ve bu amaç için kurum içerisinde, belirli bir dönem, görev alan kişileri ifade eder diyebiliriz. Tabi ki bu durum, kelimenin ana vatanı olan Fransız literatüründe bu şekildedir. Gelelim güzel Türkçe'mize ve güzel Türkiye'mize... 

Türkiye'de stajyerlik nedir??

Bir dönemini, zorunlu ya da gönüllülük esasına dayalı olarak, herhangi bir kurum içerisinde stajyer olarak geçirmiş her Türk genci bu sorunun cevabını pek tabii iyi biliyor. Bilmeyenler için uygun bir dille ifade etmek isterim ki, gösterilen tutuma ne derece uygun bir dil bulabiliriz orası meçhul, Türkiye'mizde bu arkadaşlar; kurum içerisinde hiç bir şey öğretilmeksizin!! ''çer çöp'' toparlayan yardımcı ögeler olarak tanınmaktadır! Hiç abartmıyor hatta biraz eksik bile konuşuyorum. Her Üniversite öğrencisinin tırmanmış olduğu Staj basamakları malumunuz;

  1.) Yalnızca işe giriş saati bilgisinin verildiği kısa ve öz bir oryantasyon eğitim
 2.) Geniş çaplı bir; kullanılacak alet edevat eğitimi ( fotokopi, fax,tarayıcı,vs) 
       3.) En temel konu; istenilen evrakın titizlikle aranacağı dosyanın nerede olduğunu bulabilme Eğitimi! ki emin olun en mühim mesele budur. Çünkü güzel kurumumuzun tıka basa ve saçma sapan bir şekilde arşivlenmiş onlarca, yüzlerce hatta binlerce arşiv klasörü muhakkak vardır! Gayet düzgün bir şekilde numaralandırılmaya başlanmış ancak dosya sayısı arttıkça ne yazık ki düzen devam ettirelememiştir. Zavallı stajyere ise verilen emir nettir. En az 8 haneli bir sicil numarası ya da TC Kimlik numarası ya da daha da vahimi basit bir isim soyisim yazılı kağıt ile birlikte, GBG... yani, GİT, BUL, GETİR... eee hadi kolay gelsin. 

Kalifiye eleman ihtiyacının artık en üst seviyelere ulaştığı güzel Ülkem'de, stajyerlik basit bir ''GBG'' den ibaret iken, ağlanacak halimize gülmekten başka elimden bir şey gelmiyor. hepinize keyifli hafta sonları dilerim...