28 Eylül 2016 Çarşamba

E- mek; iki hece, dört harf, bir ömür





           E - MEK; 2 HECE, 4 HARF, BİR ÖMÜR


   Emek... İki sesli, iki sessiz harften oluşan ve literatürde bir işin yapılması için harcanan beden ve kafa gücü anlamına gelen 4 harfli bir kelime. Söylemesi, anlatması ne kadar basit değil mi? İki hecede çıkıveriyor insanın ağzından, öylece bir saniyede...

   Gelelim, bir amaç uğruna emek vermeye, kafa yormaya, ter dökmeye. Gerçekten kolay mı o kadar? Cevabın koca bir HAYIR olduğunu hepimiz biliyoruz.

   Önce ağır ağır kendini yetiştiriyor insan, bir şeyler uğruna emek harcayabilmek için. İlim - irfan öğreniyor, meslek öğreniyor, sanat öğreniyor, öğreniyor da öğreniyor. Sonra geçiyor meslek tezgahının başına, öğrendiklerini, gördüklerini, bildiklerini bir bir döküyor önüne. Bileğini, yüreğini, bedenini, aklını, varını, yoğunu yani sahip olduğu her ne varsa topyekün katık ediyor emeğine.  Alın teri de eklendi mi işin içine işte o zaman; o dört harfli, ağızdan iki hecede çıkan basit kelime - EMEK- öyle güçlü bir anlam kazanıyor ki, karşılığını bulmak da, karşılığını vermek de hayati bir mesele olup çıkıveriyor.

   Eskiler; ''işçinin hakkını, teri kurumadan vermeli'' derken ne kadar da doğru bir noktaya parmak basmışlar meğer. Emekçi; emek denilince yüreği kıpırdamayan, alın terinin değerini bilmeyen hatta bir teşekkürü emekçiye çok gören insanların ellerinde, dillerinde yitip gitmemeli!

   Doğru bir strateji, doğru yatırımlar, doğru kararlar, doğru işlemler, büyük getiriler, minimum risk... bunların hepsi; yönetime ve yöneticiye iyi diyebilmenin olmazsa olmaz bileşenleri olabilir fakat bana soracak olursanız; EMEĞİN KARŞILIĞINI EKSİKSİZ,KOŞULSUZ VE ZAMANINDA VERMEK! İşte size İYİ bir YÖNETİM anlayışının var oluş kanıtı...

   Şunu da belirtmek isterim ki, emeğe karşılığını vermek; yapılan iş için nasıl özveri ile çalışıldığını fark edebilecek kadar bilgili olmayı gerektirir. Ayrıca, emek harcayan, canla başla çabalayan bir birey ile çabaya tenezzül dahi etmeyen bireyi birbirinden ayıracak kıvrak zeka , hakkaniyet ve vicdan da olmazsa olmaz tabi..

   Emek ve emeğe verilen değer ile ilgili kurulacak uzun cümlelerim olsa da bugün lafı uzatmayacak, çok sevdiğim bir hikayeyi sizler ile paylaşarak, şimdilik bu konuya nokta koyacağım. Hikayeyi okuduktan sonra; üzerinde düşünme, sorgulama hatta belki bir iki kelime yazma sırası sizde. Kim bilir belki sizin de paylaşılması gereken bir hikayeniz vardır bu konuda...  Şimdiden keyifli okumalar.

''Hindistan’da renklerin ustası anlamına gelen Ranga Guru adı verilen çok ünlü bir ressam varmış.
Onun yetiştirdiği bir ressam olan Raciçi ise artık eğitimini tamamlamış, son resmini yaparak Ranga Guru’ya götürmüş ve ondan resmini değerlendirmesini istemiş. Rangu Guru ise;

– Sen artık ressam sayılırsın Racaçi ve artık senin resmini halk değerlendirecek diyerek resmi şehrin en kalabalık meydanına götürmesini ve en görünen yerine koymasını istemiş. Yanına da kırmızı bir kalem
koyarak, halktan beğenmedikleri yerlere çarpı atmalarını rica eden bir yazı bırakmasını istemiş.

Raciçi denileni yapmış. Birkaç gün sonra resme bakmaya gittiğinde tüm resim kırmızı çarpılar içinde ve neredeyse görünmüyor. Emeğini ve yüreğini koyarak yaptığı tablo kırmızıdan bir duvar sanki. Üzgün bir şekilde resmi Ranga Guru’ya götürmüş ve ne kadar üzgün olduğunu belirtmiş. Ranga Guru üzülmemesini ve yeniden resme devam etmesini önermiş. Raçici, yeniden resmini yapmış ve Rangu Guru’ya götürmüş.Rangu Guru tekrar resmi aynı meydana ama bu sefer yanına bir palet dolusu çeşitli renklerde yağlı
boya ve birkaç fırça ile birlikte bırakmasını istemiş. Resmin yanına da insanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmesini rica eden bir yazı bırakmasını söylemiş.

Raciçi resmi meydana götürmüş. Birkaç gün sonra resmi görmeye gittiğinde meydanda resmine hiç dokunulmamış, fırçalar da boyalar da kullanılmamış. Çok sevinmiş ve koşarak Ranga Guru’ya gitmiş ve resme dokunulmadığını söylemiş. Ranga Guru ise öğrencisine demiş ki;

– Sevgili Raciçi, sen ilk seferinde, insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız eleştiri yapabileceğini gördün. Hayatında resim yapmamış insanlar dahi gelip senin resmini karaladı. Oysa ikinci seferde, onlardan hatalarını düzeltmelerini istedin, yapıcı olmalarını istedin. Yapıcı olmak, eğitim gerektirir. Hiç kimse bilmediği bir konuyu düzeltmeye kalkmadı.
Sevgili Raciçi, mesleğinde usta olman yetmez, bilge de olmalısın. Emeğinin karşılığını ne yaptığından haberi olmayan insanlardan alamazsın. Onlara göre senin emeğinin hiçbir değeri yoktur. Sakın emeğini bilmeyenlere sunma ve asla bilmeyenlerle tartışma.''

19 Eylül 2016 Pazartesi



          DUYDUĞUNA, GÖRDÜĞÜNE ''İNAN!''MA




   Büyük İskender, büyük filozof Aristo’ya bir mektup yazıp sorar:

"Zaptettiğim topraklardaki insanları tahakkümüm altında tutabilmek için neler yapmalıyım?"

1- Ülkenin ileri gelen insanlarını sürgüne mi göndereyim?
2- Ülkenin ileri gelenlerini hapse mi atayım?
3- Ülkenin ileri gelenlerini kılıçtan mı geçireyim?

   Aristo’dan cevap gelir:

1- Sürgünde toplanıp sana karşı başkaldırırlar.
2- Hapishaneler militan yuvası olur, kontrolden çıkar.
3- Onlardan sonraki kuşak intikam hırsıyla büyür, tahtını sallar.

 Sonunda Aristo, çözüm olarak şu tavsiyede bulunur:

  ''İnsanların arasına nifak tohumları ekeceksin. Birbirleriyle savaşınca, hakem olarak kendini kabul ettireceksin. Ama anlaşmaya giden bütün yolları tıkayacaksın!''

   Büyük düşünürün önermiş olduğu bu realist çözüm önerisinin  geçerliliği, içinde bulunduğumuz yüzyılda da devam etmektedir. İnsanoğlunun bitmek tükenmek bilmeyen liderlik arzusundan olsa gerek, hem toplumsal hayat hem de iş hayatı içerisinde çeşitli amaçlar için bir arada bulunan insan topluluklarını yönetme arzusu ile çeşitli yöntemlere başvuran baskın karakterleri fark etmemek artık olanaksız. İş, iyi ve akılcı bir biçimde yönetmekten ziyade sadece YÖNETMEK olunca, bulunan yöntemlerin etikliğini sorgulamakta fayda var. 

   Özellikle iş yaşamı içerisinde, iyi bir iletişim ağına bağlı güven ilişkilerinin bizzat yöneticiler tarafından - bilinçli bir şekilde- kirli bir rekabete dönüştürülmesi söz konusu. Üstelik organizasyon yapısı içerisinde denge sağlayıcı bir görev üstlenmiş olan bu yöneticilerin, çözüm için gerekli iletişim ortamını -yine kasti bir şekilde- yok etmeleri de cabası.

  İyi ama bu ne işe yarar?

  Cevap basit; düşünmeyi, tartışmayı ve sorgulamayı engeller!

   Evet, belirli amaçlarla bir araya gelmiş insanlardan oluşan bir örgüt içerisinde insanlar, birbirleri ile kıyasıya rekabet ediyor, birbirlerinin davranışlarında hata arıyor, destek yerine tabiri caiz ise köstek oluyor ve yanı başında bulunan bireyi anlamaya çalışmıyorsa zaman içerisinde kendi zihnine de aynı şeyi yapmaya başlayacaktır. Zihnini sorgulamayacak, içinde bulunduğu şartların uygunluğunu ya da uygunsuzluğunu dahi umursamamaya başlayacaktır.

   Peki bu durum kimin işine yarar?

  Tabi ki, bir fiil yönetme arzusu içerisinde bulunan yöneticilerin. 

   Küçük bir örnek vermek gerekirse; aynı şartlar altında, aynı görevi yerine getiren iki EŞİT bireye, farklı fiyat politikası uygulayan bir işletme; söz konusu kişilerin, bir birleri ile ücret politikası konusunu konuşmasını  asla istemeyecektir elbette. Hatta söz konusu iletişim ortamının bir şekilde oluşma ihtimalini açık bir tehdit olarak gören yönetici, gizlilik sözleşmeleri ve çeşitli taahhütnameler ile tedbir almaya çalışacaktır. Çıtayı biraz daha düşürecek olursak; iki eşit çalışanımızla ayrı ayrı zamanlarda kişisel olarak görüşerek, işyerinde ''balon ücret*'' söylentilerinin dolaştığını ve bu söylentilere itimat edilmemesi gerektiğini ifade ederek sözüm ona ''duyarsan inanmacı yöneticilerin'' varlığından bile bahsedebiliriz.



   Nifak ve baskılama, asırlardır her toplumda, belirli bir kesimin yönetimde baki kalması için etkili bir araç olarak kullanılmış ve kullanılmaya devam edecektir. Çözüm mü? Sor, SORGULA, kıyasla ve kendi değer yargılarını kendin oluştur. Bırak senin için bir şeylerin doğruluğunu ölçebilecek değer yargılarını yine kendi zihnin belirlesin, bir başkasının ki değil.. kıssadan hisse;


''Düşünme, itaat et diyenlere değil; düşün, sor, sorgula diyenlere kulak ver.''  Ali Şeriati

                                                                                                               

11 Eylül 2016 Pazar


                            KARİYER KAPMACA



   Yüksek lisans eğitimim sırasında CRM - veri tabanlı pazarlama - dersimize giren son derece değerli bir üstadımızın önerisi üzerine, uzun bir süredir izlediğim bir dizi var. ''House of Cards''. Politik drama türündeki bu Amerikan dizisi, Michael Dobbs'un kitaplarından televizyon dizisine uyarlanmış. Günümüzde Washington, DC'de geçen House of Cards, Güney Karolina'dan seçilmiş Demokratik Partili bir kongre üyesi olan Frank Underwood'un kendisine vaat edilen ABD Dışişleri Bakanlığı pozisyonuna başkasının atanmasından sonra uygulamaya koyduğu stratejik planı konu alıyor. Diziyi takip edenler bilir, karakterimiz öylesine temiz bir strateji uyguluyor ki, kendi çalışma hayatımızla kıyaslamadan duramıyorum. Temiz strateji derken neyi kastediyorum? Öncelikle karakterimiz Mr. Underwood; yenilgiyi kabul edip kabuğuna çekilmiyor, olay hakkında ise en ufak bir dedikoduya dahi mahal bırakmıyor. Kendisinin hak ettiğini düşündüğü göreve getirilmiş olan zat-ı muhtereme hiç bir kaba davranışta bulunmuyor bilakis hem istediği göreve getirilmiş olan karaktere hem de kendisini o göreve layık bulmamış olan Amerikan Başkanına eskisinden çok daha yakın durmayı tercih ediyor. Ne demişler; dostunu yakın tut, düşmanını daha da yakın.. ben ise bu duruma, '' en iyi savaş, mesafesiz olandır'' diyeceğim. Peki karakterimiz neler mi yapıyor? Eee o kadar detay verirsem bir anlamı kalmaz değil mi? İzlemenizi şiddet ile tavsiye edeceğim, muhteşem bir kurgu.


   Ağzımıza bir parmak bal çalıp sustun demeyin, amacım bir dizi tanıtımı yapmak değil elbet. Gelelim asıl meseleye, yani ülkemiz çalışma koşulları ve hayatı içerisinde ''kariyer savaşlarına''. İlkokul yıllarımda, arkadaşlarım ile birlikte keyifle oynadığımız bir oyun vardı; köşe kapmaca. Özellikle çocukluk dönemi 90'lı yıllara dek gelen okuyucularımın yüzünde küçük bir gülümseme belirdiğine eminim... Bir grup çocuk, okul koridorunda bulunan köşelere konumlanır, yerlerini rakiplerinden korumaya çalışırlardı. Her kim, köşesini bırakır ya da bir anlık dalgınlıkla köşesinden uzaklaşırsa o vakit; ebe olan çocuk, köşeyi kapıverirdi. Bazen de kendi köşesini güvenceye almış çocuklar, dalgınlıkla köşesinden uzaklaşan çocukların yerlerini ebeye fısıldarlardı. İşte ülkemiz çalışma hayatı içerisinde statü sahibi olmak ve statüyü korumak da tıpkı böyle bir oyun hatta bir nevi ''kariyer kapmaca''.
  
    Çalıştığı şirket için emek harcayan ve karşılığında hakkı olana ulaşmayı planlayan başarılı çalışanların önüne engeller koyanlar mı dersiniz? Yoksa kendini sağlama almış olup, köşe kovalayan ebelere fısır fısır yol gösterenler mi? Nietzsche’nin çok sevdiğim bir cümlesi var. “Kendi omzuna tırmanarak yüksel!! '' Basit ama iddialı bir cümledir, çünkü ancak; kendi çabalarına tutunduğun zaman, tırmandığın yerde kalabilirsin...  Evet, belki başkalarının köşelerini kaparak, başkalarının başarılarına tırmanarak ya da buna niyet ederek; tamamen şans eseri statü sahibi olabilirsiniz fakat bilgi sahibi olamazsınız. Bilgi olmaksızın kazandığınız statü ise üzerinize bir kaç beden büyük gelen emanet bir giysiden farksız olacaktır. Bununla ilgili olarak geçtiğimiz günlerde bana; ''işte bu'' dedirten bir makale okumuştum. Makalede İnci Holding'in oluşturduğu  ''aile yönetim konseyinden'' bahsediyordu. Konsey kararlarına göre ''aile üyelerinin üstleri, aile üyesi olmayan yöneticilerden seçiliyor. Ayrıca, işe yeni girecek olan aile bireylerinde;  2 yılı aynı yerde olmak üzere, en az 3 yıl başka bir şirkette çalışmış olma ve en az 1 terfi koşulu da aranıyor.'' Oldukça başarılı bulduğumu söylemeden geçemeyeceğim. Tecrübeye, bilgiye ve kişisel çabaya değer vermek böyle bir şey...

   Başarı, bilgi ve de statü; karşılığında bir bedel ödemeksizin, ter dökmeksizin, yorulmaksızın hatta yıpranmaksızın ulaşılabilecek bir köşe değildir. Köşenizi kaybetmekten korkmayın! Çünkü o köşe, gerçek anlamda size ait ise bir başkası orada uzun süre kalamayacaktır. Önümüzde, House of Cards'ın stratejik karakteri Mr. Underwood'dan ilham alabileceğimiz uzunca bir bayram tatili var. Bayramların o kendine has tatlı telaşları arasında vakit bulup diziyi izleyebilecek okurlarıma, şimdiden iyi seyirler dilerim.

   Mutlu Bayramlar...


               



2 Eylül 2016 Cuma


                                        '' SEN YETERKİ SOR, BEN ANLATIRIM''


Bana kendinizden bahsedebilir misiniz?

Sizi neden işe alalım?

Güçlü olduğunuz yönleriniz neler?

Zayıf olduğunuz yönleriniz neler?

Bizimle çalışmayı neden istiyorsunuz?

Eski işinizden neden ayrıldınız?

En büyük başarınız nedir?

Karşılaştığınız zor bir durumu ve onu nasıl çözdüğünüzü anlatabilir misiniz?

Kendinizi 5 yıl sonra nerede görüyorsunuz?

Sormak istediğiniz bir soru var mı?

    Merhaba personel adayı, işte güzel ülkemde faaliyet gösteren kurum ve kuruluşların en büyük ortak noktalarından biri ile karşı karşıyasın... Klasik mülakat soruları. Hangimiz, bir iş görüşmesine gidip de bu soruları cevaplamadı ki? Hatta pek çoğumuz, başvurduğu şirketin internet sitesini açarak, mülakat öncesi, derinlemesine bir araştırma yapmış ve duyulmak istenen cevapları bir yerlere not bile almıştır eminim. İnsan kaynakları uzmanlarına sorsanız, aradıkları hep özgün ve yaratıcı iş gücü. Hem de bu sorularla! İşte bu gol olmadı sevgili meslektaşlarım. Klasik bir İşine aşık İK'cı söylemi duymak ister misiniz?

  ''Keşif keyifli olacaksa, kaşif yaratıcı olmalıdır''  

   Evet tam anlamıyla bir keşiften bahsediyorum. Yaratıcı, pratik zeka sahibi, verimliliği yüksek iş gücü arıyorsanız, kalıpların biraz dışına çıkmalısınız. Misal;

- Bana kendinizden bahseder misiniz Ayla Hanım? yerine...

- ''Ayla Dikmen kimdir, hikayesini dinlemek isterim'' diyebilirsiniz.

   İlk soruda, ilgili kişiyi kendisinden bahsetmeye zorluyorsunuz. Egosu yüksek biri değilse şayet, kim kendisinden bahsederken yeterince rahat olabilir ki? İkinci soruda ise, adayımızı üçüncü tekil şahıs haline getiriyoruz ve uzaktan bir başkasını izleyerek, bir başkasının hayatını hikayeleştirmesine izin vermiş oluyoruz. Kulağa daha basit gelmiyor mu? En azından bir kere deneyin...

   Karşılaştığı bir sorunu ve bu sorun karşısında nasıl bir çözüm üretmiş olduğunu sormak yerine, çalışmakta olduğunuz sektörde önümüzdeki günlerde ne gibi sorunlar yaşayabileceğini ve bu sorunlarla nasıl başa çıkmayı düşündüğünü sorun. Böylece geçmişi bir kenara bırakıp, gelecek odaklı olabilir, adayınıza da gelecek ve çözüm odaklı olması gerektiği mesajını rahatlıkla verebilirsiniz.

   Bizimle çalışmayı neden istiyorsunuz? yerine, ''Şirket vizyon ve misyonumuzun size uygun olduğunu düşünüyor musunuz?'' diyerek, hem adayınızın şirket hedefleri ve değerlerine ne derece vakıf olduğunu öğrenebilir hem de dolaylı olarak sizinle neden çalışmak istediği hakkında bilgi sahibi olabilirsiniz. Güçlü yönleriniz nedir sorusu yerine, sizi siz yapan değerler nelerdir? Zayıf yönleriniz nelerdir yerine ise hangi konuda ya da konularda kendinizi geliştirmek isterdiniz? diye sorarak, hem adayınızın kendisini daha rahat hissetmesini sağlayabilir hem de ulaşmak istediğiniz cevapların çok daha fazlasını elde edebilirsiniz. Ne demiştik, keyifli bir keşif istiyorsanız;yaratıcı bir kaşif olmalı, cümlelerinizin ögeleri ile adeta küçük yer değiştirme oyunları oynamalısınız. Yanlış sorular sorarak, doğru personele ulaşabilmek, uçsuz bucaksız bir okyanusta kaşık ile kürek çekmekten farksızdır.

   ''Eğer bir problemi çözmek için bir saatim ve yaşamım bulacağım cevaba bağlı olsaydı,55 dakikasını soracak doğru soruları bulmaya harcardım.Eğer doğru soruları bilseydim problemi 5 dakikadan az zamanda çözebilirdim.'' demiş Albert Einstein, biz de diyoruz ki ''sora sora Bağdat bulunuyorsa, doğru personel de elbet bulunur''

                       Siz yeter ki doğru soruları sorun..

   Mutlu, huzurlu ve merakınızı harekete geçirecek bir hafta sonu geçirmenizi dilerim..