26 Haziran 2016 Pazar



                    GELİN BİR ANLAŞMA YAPALIM


    Bazen işine aşık bir İK'cı bile, kendisini ifade edecek cümleler kurmak için kendisini fazla yorgun hissedebilir. İşi bu noktaya getirmeden önce kesinlikle biraz sonra sıralayacağım konularda bir anlaşmaya varmalıyız;



  • İNSAN KAYNAKLARI UZMANI/PERSONELİ/MEMURU .... SİZİ İŞE ALMAZ!

   Sizi işe alacak olanların seçimini kolaylaştırmak, en doğru adayı en doğru pozisyon için seçmelerini sağlamak adına bir takım ön değerlendirmeler yapar ve değerlendirme sonuçlarını, gerçekten işe alınmanıza karar verecek insanlara sunar.


  • İNSAN KAYNAKLARI UZMANI/PERSONELİ/MEMURU.... SİZİ İŞTEN ÇIKARTMAZ!

   Sizin, üretim/hizmet performansınızı, verimliliğinizi, kurumsal kimlik ve hedefler ile uygunluğunuzu gözlemler, gerekli raporlamaları, tarafsız bir şekilde, ilgili yöneticilere sunar. Sonunda işten mi çıkarıldınız? O zaman öncelikle kendi performansınızı, kurumsal bağlılığınızı, kendinizi ispatlayabilme yetinizi bir gözden geçirmenizde yarar var... Ya da kurumunuz ile karşılıklı beklentiler konusunda yıldızınız barışmamıştır belki. Her ihtimalin sonunda aynı noktaya geri dönüyorum; ''insan kaynakları çalışanları günah keçisi değildir''


  • İNSAN KAYNAKLARI UZMANI/PERSONELİ/MEMURU ..... SİZE VAATLERDE BULUNMAZ!

   Bir iş görüşmesine gittiniz... Karşınızda şık, resmi, ciddi bir ik'cı oturuyor. Gerekli mülakatlardan geçtiniz, şimdi sıra karşılıklı beklentilerin ve şartların görüşülmesine geldi. Az sonra sevgili ik'cınızdan duyacaklarınızın hiç biri, kendi hayal dünyasının bir ürünü değildir. Şartlar size çok cazip gelmemiş ise sevgili ik'cınızla pazarlık yapmaya çalışmayın zira kendisinin kurum şartlarını sizin için değiştirme inisiyatifi bulunmuyor, kazançlı çıkamayacaksınız!

  •  İNSAN KAYNAKLARI UZMANI/PERSONELİ/MEMURU ..... DERYA ABLA DEĞİLDİR!

   Tabi ki bir kurumun çalışanı olarak, kurum ve görev alanınız ile ilgili ve ya özlük haklarınıza ilişkin her konuda kapısını özgürce çalabileceğiniz yer, kurum İK departmanı kapısıdır. Lakin, sevgili İK'cınız da bir DERYA ABLA değildir bilesiniz! İşinizden memnun değilseniz ve bunun kurumsal bir nedeni de yok ise yani sorun tamamen içinizdeyse, çözümü oldukça basittir! DERHAL İSTEMEYEREK YAPMAYA ÇALIŞTIĞINIZ O GÖREVİ VE GÖREV ALANINI TERKEDİNİZ.


  •  İNSAN KAYNAKLARI UZMANI/PERSONELİ/MEMURU ..... SİZİN KİŞİSEL İYİ NİYET ELÇİNİZ DEĞİLDİR!

   Lütfen, sevgili İK'cınıza, filler sebebi ile Timur'un karşısına çıkarılmış Nasreddin Hoca muamelesi yapmayın. Evet, bir takım haklarınız var ve belirli kanunlar ile güvence altındasınız. Evet, mesleğimiz gereği sizi ve çalışma hayatı içerisindeki kanuni hak ve özgürlüklerinizi korumak ve gözetmek durumundayız. Ancak sizin kişisel avukatınız asla değiliz. Size hakkınızı ve hakkınızı arama yollarını, hiç kimseden çekinmeden tüm gerçekliği ile anlatırız ancak kurumsal çıkarları ve işveren çıkarlarını da düşünmek durumunda olan biz sevgili İK'cılar, işverenleri de sahip oldukları hak ve özgürlükleri konusunda bilgilendiririz. Biz buna, ''teraziyi dengede tutmak'' diyoruz. Ne sizden ne de işverenden yana, ekstra ağırlık koymayız!


  •  İNSAN KAYNAKLARI UZMANI/PERSONELİ/MEMURU ..... 'NUN SİHİRLİ BİR DEĞNEĞİ YOKTUR!

   Eğer, içinizde azim ve başarabilme inancı, kurumsal bağlılık ve istek yok ise, yeryüzündeki hiç bir İK'cı, sizin motivasyonunuzu yükseltebilecek bir sihirli değneğe sahip değildir! Üzgünüz...



   Eeee en nihayetinde biz İK'cılarda sadece birer çalışanız. Ama çalışma hayatına, hem çalışan hem de işveren gözünden bakmak zorundayız. Şunu da bilmenizi isteriz; eğer bir İK'cı işvereni tarafından dikte edilenleri birinci ağızdan çalışanlara tebliğ edecek olsa idi o işyerinde bağlılık, motivasyon ve sakinlik adına bir şey kalmazdı. Ya da tersini düşünelim; eğer bir İK'cı, çalışanların kendisine ilettiği her talebi, her şikayeti ve serzenişi olduğu gibi işverenin önüne sunsa idi, huzurlu bir çalışma ortamı asla mümkün olmazdı. Uzun lafın kısası; sevgili İK'cınızın işi gerçekten zor. Gelin şu saydığım hususlarda anlaşalım, birbirimizi üzmeyelim...

                                                                       MUTLU PAZARLAR...





21 Haziran 2016 Salı


                     SİZİN GELDİĞİNİZ YERDE İNSANLAR NASILDIR?


   İşletmelerin ''müşteri algısı'' uzun bir süredir, zihnimi meşgul eden bir konu. Müşteri nedir? Kimdir? Kimlerdir?... Öyle sözlük karıştırmaya gitmeyin hiç! Merak ettiğim, bir endüstri ya da hizmet işletmesinin, bir aile şirketi ya da küçük esnafın, KOBİ ya da global şirketlerin kimleri müşteri tanımlamasının sınırları içerisine dahil ettiği... Bu merakımdan hareketle, yaklaşık iki yıldan bu yana, müşteri memnuniyeti konusunda hassas olduğunu düşündüğüm bir çok işverene aynı soruyu soruyorum. '' Memnun etmeyi amaçladığınız müşterileriniz kim?'' Yaklaşık iki yıldır, istisnaları bulunsa da, soruma aynı cevabı alıyorum; -ürünümüz/ hizmetimiz için para ödeyen herkes! Peki gerçekten öyle mi? Ne yazık ki hayır... Hatta gönül rahatlığı ile söyleyebilirim ki; hizmet kalitemizin genel olarak düşüş eğilimi göstermesinde ve sektörel daralmalarda bu yanlış inanışın etkisi çok büyük.

             “ ŞİRKETTEKİ HERKES EN ÜST YÖNETİCİNİN MÜŞTERİSİDİR. ”                                                                                                                         Fred Smith

   Evet,  yanlış okumuyorsunuz. Zamanımızın en büyük yatırımcılarından Fred Smith, adeta düşüncelerimi tek bir cümleye yansıtıvermiş. Eğer siz, üst düzey bir yönetici/ işveren iseniz, tanımanız gereken en ÖNEMLİ ve ilk müşteri kitleniz ÇALIŞANLARINIZ olmak zorunda! Haliyle memnun etmeye önce iş müşterilerinizden başlamalısınız. Dedemin sürekli anlattığı bir hikayeyi anımsıyorum, konu ile örtüştüğünü düşündüğüm için sizinle de paylaşmak isterim;

Zamanın birinde çok uzun yollar, dağlar hatta tepeler aşıp yorulmuş bir gezgin, yolunun üzerinde yüksek surlarla çevrili bir şehir görmüş. Biraz soluklanıp, karnını da doyurabilmek için iyi bir fırsat olduğunu düşünen gezgin, şehrin girişine geldiğinde, kapının önünde oturan yaşlı bir bilge görmüş. Olur ya seferilik hali, insanın karşısına nerede ne çıkacağı belli olmaz diyerek, bilgeye yaklaşan gezgin sessizce;

-Afedersiniz, bu şehrin insanları nasıl insanlardır? diye sormuş. Bilge soruya soruyla karşılık vermiş...
- Senin geldiğin yerde insanlar nasıldır?

Soru karşısında şaşıran gezgin bir müddet düşündükten sonra cevaplamış,
- Sevgisiz, karamsar ve tehlikeli..  bu cevap üzerine yaşlı bilge; burada da aynı diyerek oturduğu yerden kalkmış ve gitmek üzere yola koyulacakken, şaşkınlığı üzerinden atan gezgin

- Bir dakika, demiş.. Peki, geldiğim yerde insanlar güler yüzlü, misafirperver ve güvenili deseydim? Yaşlı bilge gülümsemiş ardından devam etmiş, cevabım yine aynı olacaktı... '' Burada da aynı.''


Eğer her şey yolunda gitsin istiyorsanız, yolun sonundakilerden önce, yolun başındakiler için iyileştirmeler yapmalısınız. Başarı merdivenlerine tırmanırken, önce ilk basamağı kontrol etmelisiniz ve kuşkusuz müşteri güveni ve memnuniyeti bekliyorsanız, önce iç müşterilerinize yani sizi, nihai alıcılarınız karşısında temsil eden çalışanlarınıza güven vermelisiniz. Unutmayın, çalışanlarınız ne ise, müşterileriniz o'dur!


20 Haziran 2016 Pazartesi

                                 BEŞ DAKİKA MOLA

''Eğer işiniz başka hiçbir şeye zaman bırakmayacak kadar yoğunsa yanlış giden bir şeyler var demektir; sizinle ya da işinizle ilgili.''
                                                          William J. H. Boetcker.


   Vazgeçin artık, ''7/24 çalışacağım'' hırsından, hayatın tüm manzarası aracınızın sağ camından akıp geçerken siz ısrarla sol cama bakıyorsunuz ve farkında bile değilsiniz. Plansız, programsız işler silsilesi içerisinde saatlerinizi harcıyorsunuz. Aynı dosyalara defalarca bakıyorsunuz, aynı yollardan onlarca kez geçiyorsunuz, aynı cümleleri kuruyor, aynı hataları yapıyor ve en başa dönüyorsunuz. Yoğunsunuz... Çünkü sistemsiz bir çalışma hayatı içerisindesiniz. Prosesleriniz BELİRSİZ! Çoğu zaman, sabah işe gittiğinizde önce hangi işten başlayacağınızı bile bilmiyorsunuz. Siz sosyal bir varlıksınız, sosyalleşme ihtiyacı duyuyorsunuz. İşte tam olarak bu sebeple vazgeçin bu sistemsizlikten. Öncelikle şu biyolojik saat hikayesine bir kulak verin bence. Erken kalkın mesela, güne erken başlayın. Öyle spora, temiz hava almaya vaktim yok benim demeyin inanmam! Eğer istiyorsa insanoğlu, her şeye yetirebilir zamanı. Misal; kendimi bildim bileli 5.00'de uyanmış, en az bir saat, denize nazır ya da doğanın eşsiz sakinliğinde koşmuş, ardından mis gibi bir kahvaltı yapmış, kendimi güne hazırlamış ve 9.00 mesaime yetişmişimdir. Tabi ki bir sahil kasabasında yaşıyor olmanın, zaman yönetimine katkısı tartışılamaz ama aynı rutini İstanbul, Ankara gibi hayat akış hızının yüksek olduğu yerlerde gerçekleştiren insanlar da tanımıyor değilim bilesiniz. Kısacası, zamanım yok palavrasından kurtulun! Kendinize, gününüzü planlarken, aynı zamanda kendinizi de dinleyebileceğiniz bir nefeslik zaman yaratın... İşinizin başına erken geçin. İşte en önemlisi de bu. Bedenen işe erken başlamaktan bahsetmiyorum tabi... Bilgisayarınızın karşına geçtiğinizde, o ekranın karşısında hangi sebeple oturduğunuzu, nereden başlamanız gerektiğini biliyor olmaktan bahsediyorum. Çalışma sisteminiz, domino taşı misali zincirleme olarak işliyor ve yaptığınız her doğru iş bir sonrakini kolaylaştırabiliyor ise ne mutlu size. Şunu da unutmayın, robot değiliz, değilsiniz… Bir saat çalışıyorsanız en azından 5-10 dakika kendinizi dinlemeye fırsat verin. Bu şekilde çalıştığınız bir saat, aralıksız çalıştığınız üç saatten daha verimli geçecek, emin olun. İktisat biliminin, hayatın her alanına uyarlayabildiğim harika bir kanunu vardır. ‘’AZALAN VERİMLER’’. Bu kanun der ki, aşırı susuz kalmış bir insana vereceğimiz ilk 1 bardak su o kişi için inanılmaz kıymetli olacaktır. Vereceğimiz ikinci bardak su yine çok kıymetli olacaktır ama ilk bardak kadar olmayacaktır.  Ancak birkaç bardak daha içtikten sonra her yeni bardak su bir öncekine göre daha az hoşuna gidecek ve bir noktadan sonra tamamen susuzluğunu giderdiğinde sudan elde edebileceği faydanın zirvesine gelmiş olacaktır. Bu noktadan sonra hala su içmeye devam ederse sudan zevk almak yerine rahatsız olmaya başlayacaktır yani her ilave bardak suyun faydası yerine zararı olacaktır. Çalışmak da tam olarak böyledir. Eğer çalıştığınız her dakika, bir önceki dakikada yaptıklarınıza artı bir şeyler katamıyorsanız lütfen sadece on dakika kendinizi dinleyin, bir kahve alın, işyerinizin bahçesinde kısa bir yürüyüş yapın… İmkanınız mı yok? O halde, diğer departmanlarda çalışan insanlara ‘’merhaba’’ ya da ‘’kolay gelsin’’ demek için odanızdan, bilgisayarınızın başından ayrılın. O on dakika içerisinde zihninizin, karmaşık bir işi en kısa sürede çözebilecek bir çözüm üretebildiğini göreceksiniz. Sanılanın aksine, eğer tüm işlerinizi eksiksiz ve hatasız bir şekilde tamamlamışsanız, 5 saat yerine 3 saat çalışmış olmanızın hiçbir önemi yoktur. Kaldı ki bu, sizin asla tembel ya da kaytarma eğilimi içerisinde olduğunuzu göstermez. Bilakis, çalışkan, çözüm odaklı, zeki ve sistemli olduğunuzun açık bir kanıtıdır. Tabi cümlenin başında belirttiğim koşulları sağlıyor olmanız şart!

   İnsanoğlu, yarın başına ne geleceğini bilmeden yaşar. Eğer sabah, gözlerinizi sağlıklı bir şekilde yeni bir güne açmışsanız değerini bilerek, hakkını vererek yaşamalısınız. Hayatın tüm yoğunluğuna karşılık çalışmaya zaman ayırabiliyorsanız, işin tüm yoğunluğu karşısında hayata da zaman ayırmak zorundasınız! Unutmamanız dileğiyle, mutlu haftalar..

4 Haziran 2016 Cumartesi

                                 ZEHİR


   PERYÖN’ün (Türkiye İnsan Yönetimi Derneği) dergisi ‘PY’nin’  bir sayısında okuduğum harika bir makale vardı. Makalenin başlığı şöyleydi:

“Güç ve kontrol hazzının hazin sonu...”

   Hatta makalenin yayınladığı günlerde, hürriyet gazetesi köşe yazarlarından Ertuğrul Özkök de aynı makaleyi okumuş ve benim hissettiklerimi hissetmiş olacak ki, güzel bir yazı da o kaleme almıştı. O dönemlerde üniversiteden yeni mezun olmuş, henüz emek piyasasına ya da çalışma hayatına ait acımasız gerçeklerden habersiz bir ''YENİ MEZUN''dum. Deneyimsiz, bilgili ama pratiksiz...  Makalede öncelikle, YÖNETİCİ ve LİDER arasındaki ayrım vurgulanmıştı. Şöyle tanımlanıyordu;

   Yönetici; işleri, Lider ise İnsanları Yönetir... hoş bu cümleye katıldığımı söyleyemeyeceğim. Zira içerisinde bulunduğumuz çağ; insanları, yönetenler ve yönetilenler olarak ayıran anlayışın çuvallama örnekleri ile dolup taşıyor! Yine de içerik bakımından genel bir tanımlama olduğunu söyleyebilirim. Her ikisi de şüphesiz ki ''işe yön verme ve insanı yönlendirme'' gücüne sahip! Fakat asıl mesele,  gücün orantılı ve sınırlar dahilinde kullanılmasında. Eğer bir yönetici; hastalık seviyesinde bir kontrol tutkusuna sahip ise, felaket bir tablo çıkıyor ortaya. Makalede bu tip yönetim anlayışı şu şekilde ifade ediliyor; Karakter özellikleriyle etrafındakilere ağır ve kalıcı zararlar veren bir yönetici anlayışı...” tamamen zehirli, zararlı, yakan, yıkan bir anlayış...

Makalenin devamında söz konusu Yöneticinin karakteristik özellikleri yer alıyordu; Kimdi bu yönetici, nasıl bir adam ya da kadındı? Yazıda aşağıdaki maddeler kullanılarak,


  • Albenili
  • Manipüle yeteneği yüksek
  • Yönettiği insanlara kötü davranan
  • Her şeyi kontrol etme gereği duyan ve bundan haz alan,
  • Moral bozan
  • Çevresindeki insanları bilerek ve isteyerek kötü duruma sokan, kendisine muhtaç kılan,
  • İnsanların mücadele gücünü kıran,
  • Korkutan,
  • Haksızlık yapan,
  • Yönettiği bireyleri küçümseyen,
  • Küçük düşüren,
  • Farklı düşünenleri cezalandıran,
  • İnsanın değerini anlamaktan yoksun,
  • Eleştirel düşünen, sorgulama yeteneğine sahip insanları dışlayan,
  • Başarısızlıktan Korkan
  • Özgüven kaybı ya da aşırı büyüklük sanrısına sahip
bir yönetici tipi betimlenmişti.  Makaleyi okuyup bitirdiğimde, Tanrım.. demiştim, bu bir yönetici değil ancak ruhsal bir hastalığa sahip ve mutlak suretle tedaviye ihtiyacı olan bir hasta olabilir.  O günden bu güne hayatımda çok şey değişti. Tecrübe edindim, daha çok şey öğrendim, daha belirgin fikirlerim oldu, ifade yeteneğim gelişti misal... Ama hala, bir yerlerde karşıma çıkıp aynı yazıyı okuduğumda ya da böyle biri ile karşı karşıya geldiğimde kendimi aynı şekilde ifade ediyorum.

'' TANRIM, BU BİR YÖNETİCİ YA DA LİDER DEĞİL ANCAK TEDAVİYE İHTİYACI OLAN BİR RUH HASTASI OLABİLİR''  
üstelik en büyük zararı KENDİSİNE olan bir hasta...


3 Haziran 2016 Cuma


                 KANGRENLİ BİR SİSTEME SİTEM!

    Bu yazıyı kaleme almak için uzunca bir süre düşündüm.Belki bir tanesine beni haksız çıkarabilecek bir yanıt bulabilirim umudu ile kendi kendime onlarca hatta yüzlerce soru sordum. Ne yazık ki ne yanıtlarım değişti ne de düşüncelerim... Üniversite yıllarında, bir hipotez olarak aklıma düşen bu konuyu çürütecek bir hipotez ne yazık ki kuramadım. Şimdi siz, nedir bu kadar mübalağalı dile getirdiğin düşünce diye soruyorsunuz, hemen yanıtlayayım; Türkiye'de çalışma hayatı adeta, kangrenli bir bacak... Kesip atsanız da boş, kabullenip sussanız da... !! Ülkesine aşkla bağlı bir vatandaş olarak, içim kan ağlayarak kullandığım bu ifademin tüm sebeplerini maddeler halinde belirtmek istiyorum;


  1. Kurumsallaşmak istediğini söyleyen fakat asla kurumsallaşmak istemeyen! aile şirketlerinin yaratmış olduğu bir istihdam alanının tam ortasındayız.
  2. Vasıflı personel isteyip, personelin vasıflarını kullanmasına asla izin vermeyen bir yönetim anlayışı ile mücadele ediyoruz.
  3. plansız, vizyon ve misyonu bulunmayan ya da bulunsa dahi tepe yönetimin dayatması sonucu oluşturulmuş olması nedeni ile çalışanlar tarafından benimsenmeyen rotasız işletmeler yaratıyoruz.
  4. Görev tanımları oluşturuyor, görev tanımında belirtilen nitelikleri taşımayan personelleri işe alıyor, görev tanımında olmayan işler yaptırıyoruz. Hatta çoğu işletme için şunu söyleyebilirim ki; görev tanımı mı? O da ne??
  5. İster yönetici olsun ister çalışan ''İş Kanunumuzun Emirlerini'' bilmiyoruz. Bazen de bilip bilmemezlikten geliyoruz.
  6. Yöneticiler hala daha, bilmem hangi departmanda kim kiminle çay içmiş, bilmem hangi departmanın yöneticisi sandalyesinden kaç kere kalkmış derdinde... üstelik bu merakın giderilmesi için işletme içerisinde tutulan personelin sayısı, gerekli olan personel sayısını çoktan geçmiş.
  7. İşinin gerektirdiği görevleri, yapması gereken işleri, söylemesi gerekenleri onaysız, izinsiz söylemeye ve yapmaya cesaret edemeyen nitelikli personellerimiz ile gurur duyuyoruz
  8. Sosyal yaşamın varlığından bir haberiz.
  9. Durumlar gerçekten kötüye giderken, cesurca ''KRAL ÇIPLAK'' diyebilecek personeli yakınımıza dahi yaklaştırmıyoruz. Oldu ki böyle personelimiz var ise itina ile susturuyor, sindiriyoruz.
  10. dürüstlükte sınıf tekrarı yapıyoruz, eşitlikte ise çoktan sınıfta kaldık
  11. Onlarca prosedür oluşturup, yalnızca kafamıza estiğinde uyguluyoruz
  12. SİSTEMSİZ yola çıkıp, yolda sistem kurmaya çalışıyoruz
  13. Öfkemizi kontrol etmekte güçlük çekiyoruz, EGO'muza sözümüz dahi geçmiyor
  14. İş etiğine aykırı onlarca durum karşısında 3 maymunu oynayan yönetici ve personel kalabalığı içerisinde sesini duyurmaya çalışanları da susturuveriyoruz..
  15. ''İzahat'' ne demek? Anlamını bildiğimiz bir kelime olduğunu sanmıyorum. Açıklama yapmıyor, açıklama yapılmasını beklemiyoruz..
  16. Güvene dayalı iş ilişkilerinden bahsediyor, ama kimsenin kimseye güvenmediği çalışma ortamları yaratıyoruz
  17. Teknolojinin sunduğu nimetlerden yararlanmıyoruz,
  18. Kurumsal bağlılığın tek taraflı olduğuna inanıyoruz, sevilmek ile sömürülmek arasında ki ince çizgiyi bir türlü göremiyoruz
  19. Haklar, hukuk, adalet??? bahsetmek dahi istemiyorum...
  20. Network kavramını ise çok yanlış anladığımızı düşünüyorum. Zira sosyal ağ kurmak ile, çıkar ilişkisi kurmak aynı şey değildir!
yazılacak çizilecek onlarca madde daha olsa da, hafta sonuna girerken kendi kendimi ve sizi daha fazla bunaltmayacağım. Sizden tek istediğim, ister yönetici olun ister çalışan, eğer bir takım şeyler sizi fazlası ile sıkıyor ise kangrene dönüşmeden müdahele etmeniz. Belki de böylece, güzel ülkemin çalışma hayatı içerisinde bir kaç özel istisnadan biri olmayı başarabilirsiniz..