19 Eylül 2016 Pazartesi



          DUYDUĞUNA, GÖRDÜĞÜNE ''İNAN!''MA




   Büyük İskender, büyük filozof Aristo’ya bir mektup yazıp sorar:

"Zaptettiğim topraklardaki insanları tahakkümüm altında tutabilmek için neler yapmalıyım?"

1- Ülkenin ileri gelen insanlarını sürgüne mi göndereyim?
2- Ülkenin ileri gelenlerini hapse mi atayım?
3- Ülkenin ileri gelenlerini kılıçtan mı geçireyim?

   Aristo’dan cevap gelir:

1- Sürgünde toplanıp sana karşı başkaldırırlar.
2- Hapishaneler militan yuvası olur, kontrolden çıkar.
3- Onlardan sonraki kuşak intikam hırsıyla büyür, tahtını sallar.

 Sonunda Aristo, çözüm olarak şu tavsiyede bulunur:

  ''İnsanların arasına nifak tohumları ekeceksin. Birbirleriyle savaşınca, hakem olarak kendini kabul ettireceksin. Ama anlaşmaya giden bütün yolları tıkayacaksın!''

   Büyük düşünürün önermiş olduğu bu realist çözüm önerisinin  geçerliliği, içinde bulunduğumuz yüzyılda da devam etmektedir. İnsanoğlunun bitmek tükenmek bilmeyen liderlik arzusundan olsa gerek, hem toplumsal hayat hem de iş hayatı içerisinde çeşitli amaçlar için bir arada bulunan insan topluluklarını yönetme arzusu ile çeşitli yöntemlere başvuran baskın karakterleri fark etmemek artık olanaksız. İş, iyi ve akılcı bir biçimde yönetmekten ziyade sadece YÖNETMEK olunca, bulunan yöntemlerin etikliğini sorgulamakta fayda var. 

   Özellikle iş yaşamı içerisinde, iyi bir iletişim ağına bağlı güven ilişkilerinin bizzat yöneticiler tarafından - bilinçli bir şekilde- kirli bir rekabete dönüştürülmesi söz konusu. Üstelik organizasyon yapısı içerisinde denge sağlayıcı bir görev üstlenmiş olan bu yöneticilerin, çözüm için gerekli iletişim ortamını -yine kasti bir şekilde- yok etmeleri de cabası.

  İyi ama bu ne işe yarar?

  Cevap basit; düşünmeyi, tartışmayı ve sorgulamayı engeller!

   Evet, belirli amaçlarla bir araya gelmiş insanlardan oluşan bir örgüt içerisinde insanlar, birbirleri ile kıyasıya rekabet ediyor, birbirlerinin davranışlarında hata arıyor, destek yerine tabiri caiz ise köstek oluyor ve yanı başında bulunan bireyi anlamaya çalışmıyorsa zaman içerisinde kendi zihnine de aynı şeyi yapmaya başlayacaktır. Zihnini sorgulamayacak, içinde bulunduğu şartların uygunluğunu ya da uygunsuzluğunu dahi umursamamaya başlayacaktır.

   Peki bu durum kimin işine yarar?

  Tabi ki, bir fiil yönetme arzusu içerisinde bulunan yöneticilerin. 

   Küçük bir örnek vermek gerekirse; aynı şartlar altında, aynı görevi yerine getiren iki EŞİT bireye, farklı fiyat politikası uygulayan bir işletme; söz konusu kişilerin, bir birleri ile ücret politikası konusunu konuşmasını  asla istemeyecektir elbette. Hatta söz konusu iletişim ortamının bir şekilde oluşma ihtimalini açık bir tehdit olarak gören yönetici, gizlilik sözleşmeleri ve çeşitli taahhütnameler ile tedbir almaya çalışacaktır. Çıtayı biraz daha düşürecek olursak; iki eşit çalışanımızla ayrı ayrı zamanlarda kişisel olarak görüşerek, işyerinde ''balon ücret*'' söylentilerinin dolaştığını ve bu söylentilere itimat edilmemesi gerektiğini ifade ederek sözüm ona ''duyarsan inanmacı yöneticilerin'' varlığından bile bahsedebiliriz.



   Nifak ve baskılama, asırlardır her toplumda, belirli bir kesimin yönetimde baki kalması için etkili bir araç olarak kullanılmış ve kullanılmaya devam edecektir. Çözüm mü? Sor, SORGULA, kıyasla ve kendi değer yargılarını kendin oluştur. Bırak senin için bir şeylerin doğruluğunu ölçebilecek değer yargılarını yine kendi zihnin belirlesin, bir başkasının ki değil.. kıssadan hisse;


''Düşünme, itaat et diyenlere değil; düşün, sor, sorgula diyenlere kulak ver.''  Ali Şeriati

                                                                                                               

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder